Bediüzzamana Göre İcaz-ı Kuran

sultan_mehmet

© ◄ كُن فَيَكُونُ ►
Yönetici
Forum Administrator
Abdülgafûr Mahmud Mustafa Ca'fer

Prof.Dr. Ezher Üniversitesi, Usuliddin Fakültesi, Tefsir Bölümü Başkanı

İ’câz kavramı ve tanımı

İ’câz: Bir konuda başkalarının acziyetini isbat etmektir. Sonra, bu kavram lâzımı olan ‘bir işte başkalarının acziyetini izhar etmektir’ mânâsıyla kullanılmıştır. İ’câzü’l-Kur’ân ise; Mahlukatı onun gibi bir eser vücuda getirmekte aciz bırakan yönlerin isbatıdır. Burada faile izafeten masdar kullanılmış, mef’ulü ve diğerleri hazfedilmiştir. Ancak, bundan bizzat kasdedilen şey mezkur isbat veya onun lâzımı olan şeyi izhar etmek değil, ‘lâzım’ olan şeydir.
Yani, Bu Kitab-ı Hakkın Allah’ın indinden geldiğini, Allah-u Teala’nın Resûlü-ü Sadık’ına gönderdiğini izhar etmektir. İnsanlar bunu kavradıktan sonra, böyle bir eserin bir mislini ilim sahasına getirebilmekten aciz oldukları, çünkü Onun bizzat hiç bir şeyden aciz olmayan Allah’dan sadır olduğu sonucuna ulaşırlar. Böylelikle bu özelliğin, yüce kitabı bizlere getiren elçiyi te’yid ve tasdik ettiği neticesini çıkarırlar. Böylelikte Bu elçinin Resûlüllah olduğuna iman ederek, dünyada ve ahirette O’na ittiba etmeye gayret ederler. 1 Bütün bu ifadeler, Bediüzzaman’ın eserlerinde belirttiği sözlerle ittifak etmektedir.

Mu’cizelik ölçüsü

Bu konuda Bediüzzaman şöyle der; “O vakit değil umum Kur’ân, ya bir sûre, yahut bir âyet, belki her bir kelimesi birer mu’cize hükmüne geçti” 2 Aynı hakikate şöyle işaret eder; “Kur’ân’ın değil âyetleri, kelimeleri, belki nun-u na’büdü gibi bazı harfleri dahi mühim hakikatlerin nurlu anahtarlarıdır.” 3



İbn Hacer el-Heytemî’nin bu konuda bazı tesbitleri vardır. Şöyle demektedir; “Bazı kolay ifade edilebilen âyetlerde dahi, insanların benzerini getirmekten aciz olması meselesinin müşahedesidir.” 4 Sonra; “ (Bazısının) kendinden öncekilerle ve sonrakilerle çeşitli türden irtibatları ondaki hükmün harikalığındandır.” 5 “Hakikaten, insanlar, mâkabli ve mâba’diyle münasebetleri nazara alınarak, âyetlerinden bir âyette 6 anlatılan, bazı âyetlerde ifade edilen mevzuları dile getirmekten acizdirler.” 7 “Açıkça söylemek gerekirse, hariçten müşahede eden birisi üç âyetin benzerini peş peşe sıralamaktan aciz kalır. Çünkü anlattığı şeyle ilgili hiç kimseden benzer bir şey işitmemiştir.” 8



Ben de derim ki: Bedihi olarak görülmektedir ki, Bediüzzaman bir harfin dahi mu’cize olduğunu söylerken, öncesi ve sonrasından kopuk olarak veya bir kelimeyi ele alırken yine çevresine dikkat etmeksizin bir yapılacak değerlendirmeyi kasdetmemektedir. Esas maksadı, mânâlardan doğan ve kelimeleri mevzu ile münasebetleriyle ortaya çıkan, diğerlerinde ayrı olarak tek başına hüküm verilemeyen ve beşer kelamında bu mânâların içtimaı imkânsız olan yönüdür. Malumdur ki, bir beşer kelamında yer alan bir kelimenin tebdil edilmesi mânâyı ve kasdı büyük ölçüde etkilemez, hatta bazan hiç etkilemez.



Beşer tarafından bir mislinin getirilemediği mânâlardan hareket edecek olursak, bu mânâların ifade edildiği kelimelerin de az olsun, çok olsun birer mucize olduğunu söyleyebiliriz. Keza, çevresini kuşatan kelimeler, siyak ve sibakında müşarun ileyh olan mânâlardan hareketle, bir tek harfteki işarî mânâlar da bu kabildendir. Kelamullahtaki bir kelimeye hizmet eden bir kelimenin yerine başka bir kelimenin ikame edilemeyeceğini bir mucize olarak görüyorsak, aynı şekilde, bir harfin mucize oluşunu da, ancak çevresindekileri dikkate alarak, idrak edebiliriz.


İşte size iki misal:


“Evvelen: Kelime olarak mucizelik hakkında Bediüzzaman şöyle der:

“Meselâ, 9" Velein messethüm nefhatün min azâbi rabbike" bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için en azının şiddetle tesirini göstermek ister. Demek taklili ifade edecek; Cümlenin bütün heyetleri de, bu taklile bakıp ona kuvvet vercek.
“İşte "lein" lafzı teşkikdir. Şek, kıllete bakar.
“ messe" lafzı azıcık dokunmaktır. Yine kılleti ifade eder.
“ Nef'hatün" lafzı, maddesi bir kokucuk olup, kılleti ifade ettiği gibi; sigası, bire delalet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde biricik demektir. Kılleti ifade eder.
“Nef'hatün" deki tenvin-i tenkiri taklili içindir ki, o kadar küçük ki, bilinemiyor demektir.
“ Min" lafzı teb’iz içindir. Bir parça demektir. Kılleti ifade eder.
“ Azâbi" lafzı; nekâl, ikabe nisbeten hafif bir nevi cezadır ki kıllete işaret eder.
“ Rabbike" lafzı; Kahhâr, Cebbâr, Müntakîm’e bedel yine şefkati ihsas etmekle, kılleti işaret ediyor.
“İşte bu kadar kılletteki bir parça azab böyle tesirli ise, ikâb-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı külliyi her biri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lafz ve maksada bakar.” 10
Bana göre, Bediüzzaman’ın ve el-Heytemî’nin Kur’ân kelimelerindeki i’câzın te’yidi konusunda bu kadar örnek yeterlidir.
Saniyen: Harf olarak mucizelik konusunda Bediüzzaman şunları söyler:


“Bir vakit 11 " İyyâke na'büdü ve iyyâke nesteî'nü." deki nun-u mütekellim-i maal gayrı düşündüm ve mütekellim-i vahde sigasından "na'büdü" sigasına intikali kalbim aradı. Birden, namazdaki cemaatin fazileti ve sırrı, o Nun’dan inkişaf etti. Gördüm ki; Namaz kıldığım o Bayezid Camiindeki cemaatle iştirakımı ve her biri benim bir nevi şefaatçim hükmüne ve kıraatımda izhar ettiğim hükümlere ve dâvâlara birer şahid ve birer müeyyid gördüm. Nakıs ubudiyetimi, o cemaatın büyük ve kesretli ibâdatı içinde dergah-ı İlahiyeye takdime cesaret geldi. Birden bir perde daha inkışaf etti. Yani, İstanbul’un bütün mescitleri ittisal peyda etti. O şehir, O Bayezid Camii hükmüne geçti. Birden, onların dualarına ve tasdiklerine manen bir nevi mazhariyet hissettim. Onda dahi; ruy-i zemin mescidinde, Kabe-i Mükerreme etrafında dairevi saflar içinde kendimi gördüm.



“El-hamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn." dedim. Benim bu kadar şefaatçilerim var; benim namazda söylediğim her bir sözü aynen söylüyorlar, tasdik ediyorlar. Madem hayalen bu perde açıldı; Kabe-i Mükerreme mihrab hükmüne geçti. Ben bu fırsattan istifade ederek, o safları işhad edip, tahiyyatta getirdiğim " Eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden resûlüllah" olan imanın tercümanını mübarek Hacerül-Esvede tevdi edip emanet bırakıyorum derken, birden bir vaziyet daha açıldı. Gördüm ki; Dahil olduğum cemaat üç daireye ayrıldı:



“Birinci daire: Rûy-i zeminde mü’minler ve muvahhidindeki cemaat-ı uzmâ.

“İkinci daire: Baktım, umum mevcudat, bir salât-ı kübrâda, bir tesbihat-ı uzmâda, her taife kendine mahsus salavât ve tesbihat ile meşgul bir cemaat içindeyim. ‘Vezaif-i eşya’ tabir edilen hidemat-ı meşhude, onların ubudiyetlerinin ünvanlarıdır. O halde, "Allahü Ekber" deyip, hayretten başımı eğdim, nefsime baktım:


“Üçüncü bir daire içinde, hayretengiz zahiren ve keyfiyeten küçük, hakikaten ve vazifeten ve kemmiyeten büyük, bir küçük âlemi gördüm ki, zerrat-ı vücudiyemden ta havassı zahiriyeme kadar, taife taife vazife-i ubudiyetle ve şükraniye ile meşgul bir cemaat gördüm. Bu dairede, kalbimdeki latife-i Rabbaniyem, " İyyâke na'büdü ve iyyâke nesteî'nü." o cemaat namına diyor. Nasıl, evvelki iki cemaatte de lisanım, o iki cemaat-ı uzmâyı niyet ederek demişti.



“Elhasıl: "na'büdü" nûnu şu üç cemaata işaret ediyor...” 12

Hakeza Bediüzzaman, i’câz işaretleri, fütuhât ve işrâkât (İlham yollarının açılması ve doğması) harikaları açısından münferiden şahid olduğu bu tür işârat-ı bediadan hareketle, bir tek harfi ihata eden i’cazı açıkça göstermektedir.


Kendimize şu suali sorabiliriz: Gayba dair haberler hakkındaki mu’cizelik ölçüsü nedir? Buna hemen şu cevap verilebilir: Kişinin, bir dost, kahin veya zekî bir kişi yardımıyla, bu yakinî bilgi ve i’cazın ifade ettiği mânâlardaki marifeti hudutsuz bir şekilde elde edemediği bir konudur.



Eğer, Kur’ânî bir haber, sözleri hakkında kendisine güvenilen, verdiği habere ve bunun tahakkuk edeceğine itimad edilen ve beşeri kaynağı (a.s.m.) yakından tanınan, kendisinden ne bir yalanın, ne de bir kehanetin vaki olmadığı ve benzeri güven sağlayıcı sebeplerin bulunduğu bir şahısla beraber düşünülecek olursa, böyle bir haber, hatta bir mucizeyi ifade eden haber hakkında tereddüdümüz olmayacaktır.



Zann-ı galib ile ulema, beyan ve fesahat cihetlerinden bir sûredeki veya bir âyetteki mucizelik ölçüsünü tahdit etmemişlerdir. Çünkü bu ölçü, teemmülde bulunan kişinin mezkur yerlerdeki i’cazı idrak etmesini kolaylaştırır. Hatta, i’cazı bütün ölçüleriyle ızhar edebilmeleri için, ulemanın bu ölçüler hakkında fikir yormalarını da kolaylaştırır. Belirli ölçüler içinde tahdid ederek bulduğumuz bu neticeler bizlere ve böyle düşünenlere-ulema tarafından telif edilen eserlerdeki sınırlamaları kastediyorum-yeterlidir.



Ölçü (mu’cizenin belli bir ölçüyle ifade edilişi) taraftarlarını burada, küçük sûrelerden her bir sûreyi ele alırken, ondaki i’câz yönünü veya yönlerini keşfetme amaçlı çalışmalar yapmak sûretiyle Kitabullah’ı gözlemleme gayretinde bulunmaya çağırıyorum. Allah-u Teala bu maksadımızın yardımcısıdır.



İ’câz vecihleri

Suyûtî “Mu’terekü’l-Akrân fi İ’câzü’l-Kur’ân” isimli eserinde i’câza dair 35 vechin bulunduğunu zikretmiştir. “E-Kur’ân Yetehaddê” kitabının yazarı ise bu rakamı 40’a çıkarmıştır. 13 Bediüzzaman ise i’câz türlerinin sayısı hakkında 40 rakamını 14 zikretmekle birlikte, bununla belirli bir sınırlamayı kasdetmediği, bir başka eserinde 200 i’câz kısmından 15 bahsetmesinden anlaşılmaktadır.



Büyük ihtimalle bu rakamla da sınırlamayı kasdetmemektedir. Her şey bir yana, sınırlı sayıda bazı i’câz vecihlerini şerhetme yoluna gitmiştir. Biz burada Allah’ın inayetiyle, gücümüz yettiğince sıralamaya çalışacağız.



a. Nazm

Bediüzzaman bu konuda, “İ’câzın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder. Ve en parlak i’câz kur’anın nazmındaki nakışlardan ibarettir” 16 demektedir. Görüldüğü gibi ona göre nazm i’câz vecihlerinden önemli bir vecihtir. Yine şöyle der; “İ’câzın en yüksek veçhi, nazmındaki belağattan olmuştur. Evet, Kur’ân’ın bu nev’i i’câzı, beşerin takatinden hariç bir derecededir. Kur’ân’ın nazmında bir cezalet-i harika var. O nazımdaki cezalet ve metanet, saatın; saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil eden ne ise, Kur’ân-ı Hakimin her bir cümledeki, hey’atındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine münasebatı öyledir.” 17



Nazma ve onun zinetlerine riayet, teşbihi kullanmak ve benzeri uygulamalardan yüz çevirmemelidir. Bu konuda şöyle der; “Evet lafza zinet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla ve sûret-i mânâya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla ve üsluba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müstaid olmak şartıyla ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münesebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla ve hayale cevelan ve şa’şaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikata misal olmak ve hakikatten istimdad etmek şartıyla gerekir.” 18



İşte bu, tıpkı iki yüzü olan banknot gibi kelama bakan Nazm Okulunun yönelişidir. Her iki yönünün de tam ve birbiriyle uyumlu olması gerekir. Abdülkadir el-Cürcanî bu iki yön arasında bir duvarın ve engelin olduğu iddiasındadır. Bu görüşe Lafız Okulu müntesipleri, mânânın derin olmasının gereksiz olduğunu savunarak mukabelede bulunurlar. Bunlara bir örnek Müslim İbn Velid’dir. Ancak Câhız, bu vehimlerinin hilafına onlara ittiba etmez. Aynı şekilde Manâ Okulu, bütün inayetini mânâ cihetine yönelterek bu tartışmalara katılır. Bunlar lafza ağırlık vermeyi bir tekellüf olarak görürler ve bu yüzden büyük ölçüde lafza itibar etmekten çekinirler. Lafza ağırlık vermeyi-eğer mümkün olur ve gerekirse-ancak mânâya hizmet etmesi açısından ele alırlar. Aksi takdirde böyle bir şey tek başına hedef olamaz. Bu okulun önde gelen ismi İbn Cüney’dir. 19 Bediüzzaman ise bu okulların en güçlüsünü ele almıştır.



İ’câz-ı nazmın temeli îcâzdır. İcâz, i’chaz-ı Kur’ân’ın en metin ve en mühim bir esasıdır. 20

Mucizenin ölçüsü konusunda şerhettiğimiz i’cazın bu vechiyle alakalı çok açık bir örneği öğrenmiştik. ” Velein messethüm nefhatün min azâbi rabbike" örneğine ve tamamı Kur’ân’ın nazm yönüyle mu’cize oluşuna dair örneklerle dolu Bediüzzaman’ın “İşarütü’l-İ’câz” isimli tefsirine tekrar dönüyoruz. Bu konuyla ilgili bir diğer örnek şöyle:

Kur’ân-ı Kerim’de geçen 21 "ve mimmâ rezaknâhum yünfikûne" âyetini şöyle tefsir ediyor:


“Zekat ile sadakanın layık oldukları mevkilerini bulmak için bir kaç şart vardır:


“1. Teb’îzi ifade eden "min" israfın reddine.

“2. "Mimme" nın takdimi sadakanın kendi malından olduğuna.
“3. "Rezakne" minnetin olmamasına. Çünkü veren Allah’tır; kul ise bir vasıtadır.
“4. Rızkın "ne" ya olan isnadı fakirlikten korkulmamasına.
“5. Rızkın âmm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere şamil olmasına.
“6. ‘Nafaka’ maddesi, alanın sefahete değil, hacat-ı zaruriyesine sarfetmesine işaretlerdir.” 22

Bu ve muzari tabiriyle gelen "yünfikûne" devam ve istimrara-bildiğimiz kadarıyla-işaret eder. Allah’dan gelen birr (iyilik) daim ve müstemirdir. Mahlukatına göz açıp kapayana kadar kesintisiz olarak ulaşır. Burada işaret edilen husus-kabul edenler nazarında-budur. Allah-u Tealanın "Rezaknâ" fiilindeki mazî tabirinin kullanılışı, bunun takdir edilmiş bir emr olduğunu işaret içindir. 23



24"Ve fi's-semâi rizgukum ve mâ tûadûne" Hatta yazmaktan kalem dahi kurur. 25 Melekler, insan için takdir edilmiş rızıkları elvah-ı fer’iyye yazmışlardır. 26 Aynı şekilde Allah-u Tealanın kullarına olan rızkının ulaşması azamet zamiriyle işaret edilmiştir.



Nazm, hakikaten bütün ulema nazarında i’caz vecihlerinden birisi olarak kabul edilmiştir.

Buradan hareketle, Bediüzzaman nazm-ı beliğ yönleri ışığında madem ki Kur’ân-ı Kerim mucizedir, o halde her şeyin üstündedir açıklamasını yapmaktadır. Gördüğümüz kadarıyla o, bütün gayretlerini kelimelerin lafz ve mânâ yönlerine yöneltmiş, bunlardan sadece birisi üzerinde durmamıştır. Kelamın yüceliğinin sebepleri hakkındaki harika ve benzersiz sözlerine isteyen baksın. İşte bunlardan birisi “çok istinbatta bulunma istidadıdır.” 27 Merâtib-i meânî ve delâletleri olarak isimlendirdiği kavram içerisinde hava gibi sedece hissedilip görülmeyen hakikatler vardır. 28 Cüz’leri ve mânâları arasındaki tecavüb açısından kelamın kuvvetinden dolayı, nazm ve hey’et garaz-ı küllî noktasında birbirlerine cevap verirler. 29 "Velein messethüm nefhatün" ve benzeri bir çok örnekte gördüğümüz gibi, “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hey’et-i mecmuasında raik bir selaset, 30 faik bir selamet, metin bir tesanüd, muhkem bir tenasüb, cümleleri ve heyetleri mabeyninde kavi bir teavün; ve âyetler ve maksadları mabeyninde ulvi bir tecavüb” 31 bulunmaktadır. Bu belağat-ı ulyânın zatında olan hasletler-mucize olarak isimlendirilmiştir. Buradan hareketle bir defada kuyûd-u kelâma geçiş yapılmaktadır. Her bir bağ mânâya mazhar olur. Öyle bir hal alır ki, her bir müteselsil nakış bir naky-ı a’zamı ortaya çıkarır. İşte Kur’ân’daki bu özellik karşısında şahsî fikir ve irade-i cüz’iyye aciz kalır. 32 Kur’ân başka kelamlarla kabil-i kıyas değildir. Çünkü; kelamın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı vardır. Bunlar; Mütekellim, muhatab, maksad ve makam. Madem ki, kelam kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kur’ân’ın menbaına dikkat edilirse, Kur’ân’ın derece-i belagatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. 33 Üslûb-u Kur’ân’ın o kadar acib bir cem’iyeti vardır ki, bir tek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhît-i Kur’ânîyi içine alır. 34 Kur’ân’ın i’câz vecihlerinden biri olan nazmı öyle bir üsluptadır ki, bütün asırlara ve tabakalara intibak edebilir. 35


Bediüzzaman’ın elde ettiği ve ulaştığı neticelerden birisi, “imale-i kelamın zahiren delile muhalif olmadığı”dır. 36 Bu söz, onun dışındakilerde görmediğim, bilmediğim bir hakikati ifade etmektedir. 37 Benim kanaatime göre bu hakikaten nefis bir tesbittir. Böylelikle, onun hakkındaki bir çok yönlerinden birisini yeterince öğrenmiş olduk.



b. Mukattaa harfleri

Hurûf-u mukattaa, bazı sûrelerin başında gelen "Elif Lâm Mim" , "Ha Mim" , "Sad" gibi harflerdir ve bunlar hecâ harflerinin yarısını teşkil eder. Bunlar kullanılış bakımından en çoğu ve en kolayıdırlar.



Hurûf-u hecâda on çift sıfat vardır. ‘Cehr, hems’ bunlardan ikisidir. Yine bunlarda yedi ferd vardır. ‘Kalkale’ gibi. Sûrelerin başında gelen harfler, hecâ harflerinin yarısıdır. Örneğin harf sayısı 18 ise cehr sıfatına sahip olanlar 9 tanedir. Harf sayısı 10 ise hems sıfatına sahip olanlar 5 tanedir. Aynı şekilde her bir sıfattaki harflerden yarısı, bu yedi ferd arasında yer alır. Ancak buradaki taksimat tam eşit değildir. Eğer, sıfat ağır ise küçük kısmı, eğer hafif ise büyük ve ağır kısmı gelir. Kalkale gibi ağır bir sıfat sözkonusuysa ve beş harften ikisi başta yeralır. Zellâka gibi hafif bir sıfat varsa, örneğin altı harften dördü başta gelir.



Bu tevazün (denge) zannederim esas maksad değildir. Ancak bana göre sadece bu i’câzın tahakkuku için geçerlidir. Belkide bütün bu harflerin veya her birisinin kullanılışında aynı durum söz konusudur. İşte sözün özü:



“Hecâ harflerinin adedi-elif-i sakine hariç kalmak şartıyla-yirmi sekiz harftir. Kur’ân-ı Azimüşşan, sûrelerin başında bunların yarısını zikretmiş, yarısını terketmiştir.

“Kur’ân’ın almış olduğu nısıf, terkettiği kısımdan daha ziyade kesirü’l-İstimaldir.
“Kur’ân, sûrelerin başında zikrettiği kısım içinde lisan üzerine daha suhuletli olan ‘Elif-lâm’ı çok tekrar etmiştir.
“Kur’ân aldığı harfleri, hecâ harflerinin adedince sûrelere tevzi etmiştir.
“Hecâ harflerinin mahmûse, mehcûre, şedîde, rehve, müsta’liye, münhafıza, mütbıka, münfetiha gibi çiftli cinslerinin her birisinden yine nısıf alınmıştır.
“Çifti, yani eşi olman-evtar-kısmında sakilden azı, hafiften çoğu almıştır. Kalkale, zellâka gibi.
“Kur’ân-ı Azimüşşanın, sûrelerin başındaki huruf-u mukattaanın zikredilen minval üzerine tansifleri hakkında ihtiyar ettiği tarik, 504 ihtimalden intihab edilmiştir. Ve intihab edilen şu tarikten başka hiç bir ihtimal ile mezkur tansif mümkün değildir. Çünkü; taksimler pek çok birbirine girmiş ve çok mütefavittir. Bu gibi i’câz lem’alarından hisse alamayan, zevkine levm ve itab etsin.” 38


Burada, letafet-i seciyye ve kesafeti arasındaki itidali sağlayan bir denge vardır. Bu noktayı, mukattaat konusunda vaki olan harflerin tabiatlarıyla alakalı değerlendirme yapan ulemanın sözleri ışığında görüyorum. Bu tabiatların sayısı dörttür. “Nâr tabiatı”, ki sıcak ve kuru olmasından dolayı böyle denilmiştir. Bunun mukabilinde soğuk ve ıslak olan “su tabiatı” vardır. Her ikisinden yedide dört sûre başlangıcı vardır. Bunlardan ilk gruptakiler “elif, tâ, mim, hê”, geri kalanlar “zal, şin, vav”dir. İkinci gruptakiler ise, “Hâ, ayn, lâm”; geri kalanlar “Hı, dal, gayn” harfleridir. Orta tabiatte olanlar yedide üçtür. Bunlardan “Türâb tabiatı”nda olanlar soğuk ve kurudur. Bunlar; “Sad, nun, yâ” harfleri ve geri kalan “ be, te, dad, vav” harfleridir. “Hava tabiatı”nda olanlar, sıcak ve ıslaktır. Bunlar; “sin, kaf, kef” harfleri, geri kalanlar ise “se (peltek), cim, ze, zı” harfleridir. Hakikaten bu garîb ve acîb bir durumdur. Bütün bunlar büyük dil, tefsir ve irfan âlimlerince bilinmektedir. 39


Surelerin başında hecâ harflerine yer verilmesiyle ilgili Bediüzzaman bazı letaiften söz eder:


“Bu sûrelerin başlarındaki taktî-i huruf ile isimleri hecelemek, müsemmanın me’hazine ve neden neş’et ettiğine işarettir.

“Bu harflerin taktîi, müsemmanın vahid-i itibarî olup, terkib-i meczî olmadığına işarettir.” 40
“Bu harflerin takti’ ile tadâdı, san’atın madde ve me’hazini muhataba göstermekle muarazaya talib olanlara karşı meydan okuyarak, ‘İşte, i’caz-ı san’atı, şu gördüğünüz harflerin nazm ve nakışlarından yaptım. Buyrunuz meydana!’ diye, onların tahkirane tenkitlerine (tekdirlerine) işarettir.” 41
“Mânâdan soyulmuş şu hece harflerinin zikri, muarızları hüccetsiz bırakmaya işarettir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan şu mânâsız harflerin lisan haliyle ilan ediyor ki: ‘Ben sizden beliğ mânâları, hükümleri, hakikatleri ifade eden yüksek hutbeleri ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu tadat ettiğim harflerden bir nazire yapınız, velev iftira ve hikayelerden ibaret bile olursa olsun!’ ” 42
“Harfleri tadat ile hecelemek, yeni kıraata ve kitabete başlayan mübtedilere mahsustur. Bundan anlaşılıyor ki: Kur’ân, ümmi bir kavme ve mübtedi bir muhite muallimlik yapıyor.” 43


Kur’ân’ın bu konudaki, hatta bir cümlesindeki i’câzı idrakten aciz birisi nasıl onun nazirini getirebilir veya ehl-i san’at onun fetvalarını nasıl taklid edebilir? 44



Evet, bu derin sırlar bir ümmi ve yetimden sudûr edemez. En güçlü bir belagat ustası dahi ona müdahelede bulunamaz. Çünkü o, Azîzü’l-Alîm tarafından iki cihan serverine bir mu’cize olarak verilen bir kitaptır.



c. Tekrarlar

Bediüzzaman şöyle der:


“İşte Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakim: ‘Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, şu sahâif-i arz ve semada müstetir künûz-u esmâ-i İlahiyenin keşşâfı, şu sutûr-u hadisatın altında muzmer hakaikin miftahı, şu âlem-i şahadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliyenin hazinesi, şu âlem-i maneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi, avâlim-i uhreviyenin haritası, zât ve sıfât ve şuûn-u İlahiyenin kavl-i şarihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı natıkı, tercüman-ı sâtıı, şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikisi, mürşid ve hâdîsi, hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitab-ı dua ve ubûdiye, hem bir kitab-ı emr ve dâvet, hem bir kitab-ı zikir ve mârifet gibi beşerin bütün hâcât-ı maneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkıkînin her birinin meşreblerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir.



“Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratındaki lem’a-i i’câza bak ki: Kur’ân hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı davet olduğundan; içinde tekrar müstahsendir, belki elzem ve eblağdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil. Zira; Zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir; duanın şe’ni terdad ve takrirdir; emir ve davetin şe’ni tekrar ile te’kiddir. Hem herkes, her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sûreye, galiben muktedir olur. Onun için; en mühim makasıd-ı Kur’âniye ekser uzun sûrelerde dercedilerek, her bir sûre bir küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek; hiç kimseyi mahrum etmemek için tevhid ve haşr ve kıssa-ı Musa gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Hem cismanî ihtiyaç gibi, manevi hâcât dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur. Cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat; ***** gibi ve hakeza. Demek tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş. O ihtiyaca işaret ederek ve uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder. Hem Kur’ân; müessistir, bir din-i mübinin esasatıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip, muhtelif tabakatın mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te’kid için terdad lâzımdır; te’yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır. Hem öyle mesail-i azime ve hakaik-ı dakikadan bahsediyor ki; umumun kalplerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lâzımdır. Bununla beraber sûreten tekrardır. Fakat manen her bir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücûh ve tabakatı vardır. 45 Her bir makamda ayrı bir mânâ ve faide ve maksatlar için zikrediliyor. Hem Kur’ân’ın mesail-i kevniyenin bazısında ibham ve icmali ise; irşadi bir lem’a-i i’cazdır. Ehl-i ilhadın tevehhüm ettikleri gibi medar-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir.” 46



“Evet, ihtiyacın tekerrüriyle, tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cavap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini dünyayı kaldırıp onun yerine azametli ahireti kuracak ve zarrattan yıldızlara kadar bütün cüz’iyat ve külliyatı tek bir Zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu isbat edecek ve kâinatı ve arzı ve semavatı ve anasırı kızdıran ve hiddete getiren nev-i beşerin zulümlerine, kâinatın netice-i hilkati hesabına gadab-ı İlahî ve hiddet-i Rabbânîyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehşetli ve geniş bir inkılâbın tesisinde binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i’câz ve gayet yüksek bir belagat ve muktezây-ı hale gayet mutabık bir cezalettir, bir fesahettir.



“Meselâ; bir tek âyet olup yüz on dört defa tekrar edilen "bismillahirrahmânirrahîm" cümlesi, Risale-i Nur’un 14. Lem’asında beyan edildiği gibi; arşı ferş ile bağlayan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattır ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç vardır. Değil yalnız ekmek gibi her gün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak vardır.



“Hem meselâ; sûre-i "tâ sîn mîm" de sekiz defa tekrar edilen şu

"Ve inne rabbeke lehüve'l-azîzü'r-rahîmu" âyeti, o sûrede hikaye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azablarını, kâinatın netice-i hilkatı hesabına ve Rububiyyet-i âmmenin namına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbaniye, o zalim kavimlerin azabını ve Rahimiyet-i İlahiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için, binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcâzlı ve i’câzlı bir ulvî belagattır.


“Hem meselâ; Sûre-i Rahmanda tekrar edilen "Febi eyyi âlâi rabbikuma tükezzibâni" âyeti ile Sûre-i Mürselatta, "Veylün yevmeizin lilmükezzibîne" âyeti cin ve nev-i beşere kâinatı kızdıran ve arz ve semavatı hiddete getiren ve hilkat-ı âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlahiyeye karşı inkar ve istihfafla mukabele eden, küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlukatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza ve semavata tehditkarane haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlarla alakadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumide binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celalli bir îcâz ve cemalli bir i’câz-ı belagattır.” 47



Bediüzzaman’ın bu açıklamaları hakkında kısa bir değerlendirme yapacak olursak; "Febi eyyi âlâi rabbikuma tükezzibâni" âyetinin tekrarı gerçekte bir tekrar değildir. Çünkü her tekrar edilişinden sonra yeni nimetler zikredilmektedir. Allah-u Teala, her bir faslın ardından ins ve cinne hitap ederek onları sorgulamaktadır. Eğer denilirse: Azabın zikrinden sonra nasıl bu cümle zikredilir? Bunun cevabı, eğer bir nimet yoksa, onun zikredilmesi, vasfedilmesi ve onunla ilgili korkutulması en büyük nimettir. Çünkü burada ikabı müstahak kılacak umumî bir zecr vardır. Aynı zamanda sevabı müstehak kılacak bir davranış vardır. Bu âyet-i kerimenin cehennem ve ondaki azabın zikrinden sonra varid olması, Allah’ın o azabı vasfetmesinin ve ikabından korkutmasının ardındaki nimete işaret etmektedir. Bu halin bir nimet oluşu şüphe götürmez bir gerçektir. Fenânın (fani oluşun) zikrinden sonra bu âyetin gelmesi konusunda yine, “Bunda hangi nimet olabilir?” sorusu gelmektedir. Bu soruya şöyle cevap verebiliriz; Keder ortamından sürur ortamına geçiş, mü’minlerin ve insanların füccarın şerlerinden rahata kavuşmaları, tıpkı hadislerde varid olduğu gibi birer nimettir. 48



d. Düstur oluş açısından i’câz

“Kur’ân’ın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden ebede gidecektir. medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahrum değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir. 51 Meselâ; Medeniyetin bütün cem’iyyat-ı hayriyeleri ile, bütün cebbarane şedit inzibat ve nizamatlarıyla, bütün ahlaki terbiyegahlarıyla, Kur’ân-ı Hakim’in iki meselesine karşı muaraza edemeyip mağlup düşmüşlerdir. 52



Meselâ; 51"Ve ekîmü's-salâte ve âtü'z-zekâte" 52 "Ve ehallallâhü'l-bey'a ve harrame'r-ribâ" Kur’ân’ın bu galebe-i i’câzkaranesini bu mukaddime ile beyan edeceğiz.


“Bütün ihtilat-ı beşeriyenin madeni, bir kelime olduğu gibi bütün ahlak-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.

“Birinci kelime: ‘Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.’
“İkinci kelime: ‘Sen çalış ben yiyeyim.’


“Evet, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, müvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O müvazenenin esası ise: Havas tabakasında, merhamet ve şefkat; aşağısında, hürmet ve itaattir. Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlaksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. 53 İkinci kelime, avamı; kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyeyi bir kaç asırdır selbettiği gibi, şu asırda sa’y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe malum olan Avrupa hadisat-ı azimesi meydana geldi. 54 Kur’ân birinci kelimeyi, esasından ‘vücub-u zekat’ ile kal’eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını ‘hurmet-i riba’ ile kal’edip, tedavi eder. Evet, âyet-i Kur’âniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. ‘Kavga kapısını kapamak için riba kapısını kapayınız’ diyerek insanlara ferman eder. Şakirtlerine ‘girmeyiniz!’ emreder. 55


“İkinci esas:


“Medeniyet taaddüd-ü ezvacı kabul etmiyor. Kur’ân’ın o hükmünü kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münafi telakki eder. Evet, eğer izdivaçtaki hikmet, yalnız kazay-ı şehvet olsa, taaddüt bilakis olsa. Halbuki, hatta bütün hayvanatın şehadetiyle ve izdivaç eden nebatatın tasdıkiyle sabittir ki; izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kazay-ı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için Rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz’iyedir. Madem, hikmeten, hakikaten izdivaç, nesil içindir, nev’in bekası içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yalnız yarısında kabil-i telakkuh olan ve elli senede ye’se düşen bir kadın, ekseri vakitte ta yüz seneye kadar kabil-i telkih bir erkeğe kafi gelmediğinden medeniyet pek çok fahişehaneleri kabul etmeye mecburdur. 56


“Üçüncü esas:


“Muhakemesiz medeniyet, Kur’ân kadına sülüs verdiği için âyeti tenkid eder. Halbuki hayat-ı içtimaiyede ekser ahkâm ekseriyet itibarıyla olduğundan, ekseriyet itibarıyla bir kadın, kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise, ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur. İşte bu sûrette bir kadın, pederinden yarısını alacak kocası noksaniyeti temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüc ettiği kadının idaresine verecek; kız kardeşine müsavi gelir. İşte Adalet-i Kur’âniye böyle iktiza eder. Böyle hükmetmiştir. 57


“Dördüncü esas:


“Sanemperestliği şiddetle Kur’ân men’ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi taklidi olan sûretperestliği de men’eder. Medeniyet ise, sûretleri kendi mehasininden sayıp Kur’ân’a muaraza etmek istemiş. Halbuki, gölgeli gölgesiz sûretler, ya bir zul-mü mütehaccir veya bir riyay-ı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.” 58



Bediüzzaman’ın, Kur’ân’ın düstur ve kanun oluşuyla alakalı açıklamalarını benzer şekilde sürdürür. Bunları “Delâil-i i’câzdan olan şeriat-ı Kur’ân” ve “Kur’ân’ın i’câz-ı teşrîisi” başlıkları altında ela alır.



Bu ifadelerle aynı konuda açıklamalar yapan diğer âlimlerin sözleri karşılaştırılacak olursa, aklî ve objektiflik açılarından diğerlerinden çok daha farklı ve üstün olduğu görülecektir.



e. İhbar-ı mugayyebat

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, ihbarat-ı gaybiye ve her asırda gençliğini muhafaza etmesi, her tabaka insana muvafık gelmesi yönünden de i’caza sahiptir. İhbarat-ı gaybiye açısından üç yönlü mu’cizelik mevzubahistir.



Birincisi: Maziye ait ihbarat-ı gaybiyedir. Evet, Kur’ân-ı hakim ittifakla, ümmi ve emîn bir Zât (a.s.m.)’ın lisanıyla Hz. Adem’den ta Asr-ı Saadete kadar, peygamberlerin mühim hallerini ve ehemmiyetli olaylarını öyle bir tarzda zikretmektedir ki, Tevrat ve İncil gibi kitapların tasdikiyle gayet kuvvet ve ciddiyetle bunu gerçekleştiriyor.


İkincisi: İstikbale ait ihbarat-ı gaybiyede bulunmasıdır.


Üçüncüsü: İlahi ve kevnî hakikatler ve uhrevî durumlarla ilgili ihbarat-ı gaybiyesidir. Evet, Kur’ân’ın hakaik-ı İlahiyeye dair beyanları ve tılsım-ı kâinatı açıp, hilkat-ı âlemin muammasını çözen beyanat-ı kevniyesi, ihbarat-ı gaybiyenin en mühimmini görçekleştirmektedir. Hem Kur’ân, gösterdiği o İlahi hakikatler ve o kevnî hakikatleri beyandan sonra, safay-ı kalp ve tezkiye-i nefsten, ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü adeta “Sadakte” (doğru söyledin) deyip o hakikati kubul ederler. 59



İstikbale dair verdiği haberlere bir örnek vermek gerekirse, 60"Ve len tef'alû" âyetine bakabiliriz. Burada denilmektedir ki; Mazide yapamadığınız gibi, yani Kur’ân’ın bir tek sûresinin, hatta bir tek harfinin dahi benzerini getiremediğiniz gibi, bundan sonra da kat’iyyetle yapamayacaksınız. Binaenaleyh, “Bizim mazide yapamamamız, istikbalde beşerin yapamamasını istilzam etmez” diye izhar ettikleri o bahaneyi de bu âyetle def’etmiştir. Bu yolla Kur’ân gaibden haber vermektedir. Gerçekten de ihbar edildiği gibi muaraza vaki olmamıştır. 61



Bir diğer örnekte Alluh-u Teala; 62"İnnellezîne keferû sevâün aleyhim e enzertehüm em lem tünzirhüm lâ yü'minûne" âyetinde geçen "ellezîne" lafzındaki “el”in ifade ettiği mânâlardan birisi “ahd” mânâsıdır. Buna göre, gerek “el”den, erek "ellezîne" den, mahut ve malum bir şey kastedilir. Binaenaleyh, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ümeyye İbn Halef ve saire gibi mahut ve meşhur büyük kafirlere "ellezîne" ile işaret edilmiş olduğu ihtimali çok kuvvetlidir. Bu ihtimale binaen şu âyet, gaybdan haber veren âyetlerden birisi olmaktadır. Çünkü onlar küfür üzerine ölmüşlerdir. 63



Bediüzzaman’ın bu konuyla verdiği örnekleri konunun te’yidi ve takriri açısından çoğaltabilirsiniz. Bu doğrultuda şunları söyleyebilirsiniz; Kur’ân müstakbel hakkında, Ebu Leheb ve karısının-Tebbet sûresinde-küfür üzerine öleceğinden haber vermektedir. Aynı zamanda Nasr sûresinde Nebî (a.s.m.)’in vefatının yaklaştığını bildiriyor. Daha bir çok âyeti bu konuya örnek olarak verebiliriz.



Sure-i Fethin son âyetleri hakkında Bediüzzaman’ın sözlerine dikkat edecek olursanız, bu âyetlerde Ashab-ı Bedir, Uhud, Huneyn, Bey’at-ı Rıdvan ve benzeri sahabe-i kiramın önde gelenlerine işaretlerin olduğu yorumunu çıkarır. Hatta, ilm-i cifrin bir türü olan harflerdeki ebced hesabı ve tevafuklardan hareketle bu sonuca ulaşmaktadır. 64



Eğer bu sahih ise, i’câz açısından ilm-i cifir sahih olacaktır ve bu da i’caz olarak kabul edilecektir. Bu ise makbul ve makul olmayan bir yöneliştir. 65



Nefslerde gizli olan hakikatlerin de gaybdan olduğunu ilave etmek isterim. Allah’ın dilemesi dışında bu konudaki bilgiyi ne Nebî (a.s.m.), ne de bir başkası bilebilir. bu konuda Kur’ân-ı Hakîm’de şöyle buyrulmaktadır;



66"Ve y0ekûlûne fî enfisim lev lâ yüazzibünallahü bimâ nekûlü" Bunu yalanlamak da mümkün olamaz. Bediüzzaman ve diğer âlimler indinde, cüz’iyyat ile alakalı bazı farklılıklar olmakla birlikte, bu konuda gayet geniş açıklamalar vermektedirler.



Kur’ân’daki gayba dair haberler, ancak üzerinde dikkatli bir nazarla durulduğu takdirde vuzuha kavuşabilmektedir. Nasr sûresinde olduğu gibi. Bir başka âyette ise Nebî (a.s.m.)’in çocuklarından erkek olarak hiç birisinin O’nun neslini devam ettiremeyeceğine işaret edilmektedir; 67"Mâ kâne muhammedün ebâ ehadin min ricâliküm" âyeti hakkında Bediüzzaman’ın yaptığı açıklamalardan birisi şöyledir:



“Peygamberin (a.s.m.) evlad-ı zükûru, rical ederecesinde kalmayıp, rical olarak nesli, bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yalnız "ricâli" tabirinin ifadesiyle nisanın pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisa olarak nesli devam edecektir.” 68 Zannederim böyle bir açıklama, ilk olarak onun tarafından ifade edilmiştir.



f. İ’câz-ı İlmî

Şu gelen “mu’cizat-ı Enbiya yüzünde parlayan bir lem’a-i i’câz-ı Kur’ân” 69 cümlesiyle bağlantılı olarak, 70"Kulnâ yâ nâru kûnî berden ve selâmen" âyeti şöyle açıklanabilir:

“Bu âyette üç işaret-i latife var:


“Birincisi: Ateş dahi, sair esbab-ı tabiiye gibi kendi keyfiyle, tabiatıyla, körü körüne hareket etmiyor. Belki emir tahtında bir vazife yapıyor ki; Hz. İbrahim’i (Aleyhisselam) yakmadı ve ona, ‘yakma!’ emrediliyor.



“İkincisi: Ateşin bir derecesi var ki, bürûdetiyle ihrak eder. Yani ihrak gibi bir tesir yapar. Cenab-ı Hak, "selâmen" lafzıyla bürûdete diyor ki: ‘Sen de hararet gibi bürûdetinle ihrak etme.’ Demek, o mertebedeki ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nar-ı beyzâ halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürûdetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, mânen bürûdetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürûdetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum envaına cami olan Cehennem içinde elbette ‘Zemherir’in bulunması zaruridir.



“Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini menedecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ateşin dahi tesirini menedecek bir madde-i maddiye vardır. Çünkü: Cenab-ı Hak, İsm-i Hakîm iktizasıyla; bu dünya dar’ul-hikmet olması hasebiyle, esbab perdesi altında icraat yapıyor. Öyle ise; Hz. İbrahim’in cismi gibi, gömleğini de ateş yakmadı ve ateşe karşı mukavemet haletini vermiştir. İbrahimi yakmadığı gibi, gömleğini de yakmıyor. İşte bu işaretin remziyle mânen şu âyet diyor ki: ‘Ey millet-i İbrahim; İbrahimvari olunuz. Ta gömlekleriniz, en büyük düşmanınız olan ateşe hem burada, hem orada bir zırh olsun. Ruhunuza imanı giydirip, Cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi; Cenab-ı Hakkın zeminde sizin için sakladığı ve ihzar ettiği bazı maddeler var. Onlar sizi ateşin şerrinden muhafaza eder. Arayınız, çıkarınız, giyiniz.’ İşte beşerin mühim terakkiyatından ve keşfiyatındandır ki, bir maddeyi bulmuş; ateş yakmayacak ve ateşe dayanır bir gömlek giymiş. Şu âyet ise, ona mukabil bak ne kadar ulvî, latif ve güzel ve ebede kadar yırtılmayacak " Hanîfen müslimen" tezgahında dokunacak bir hulleyi gösteriyor.” 71



Bediüzzaman, bunun gibi, gayet harika beyanlarla misaller sıralamakta ve bazılarında görebildiğim kadarıyla işarî mânâları tercüme etmektedir. Ne var ki ben, gayb meselesi hakkında buna benzer bilmediğimiz ve buna işaretin olduğunu da bilmediğimiz bir durumda, bunun gerçekleşmesinden sonra Kur’ân’ın işaret ettiği bu mânâ zihnimizde şekillenmektedir. Kur’ân’ın işareti hakkında bildiklerimizin hilafına, hususun, bir müddet bekledikten sonra yine Kur’ân’ın işareti doğrultusunda gerçekleştiğini görebiliriz. Örneğin, "Ve len tef'alü" âyetinde olduğu gibi.



Kahire Usûlü’d-Din Fakültesi Tefsir ve Ulûmü’l-Kur’ân bölümü başkanı Prof. Dr. İbrahim Abdurrahman Halife, bir ilmi toplantı esnasında, ilmî i’cazın vürûdun zahirinde değil, bilakis husule gelmesinde gizli olduğunu söylemişti. Bunların ışığında benim görüşüm, yeni keşfedilen şeylerle ilgili işaretler veren âyetler, işarî haberler veren âyetlerdir. Gaybî olarak işaret ettiği mânâ tahakkuk etse de, dahilinde i’câz vecihlerinden birisi saklı kalmaya devam edecektir.



Bediüzzaman Sözler isimli eserinde işaret-i ilmiye konusunu daha fazla genişletmek istememektedir. Sür’atle bazı âyetlere göz gezdirecek olursak;



"Bunun gibi daha nice binekleri olanlar için yaratmış olmamızdır." 72ve; "Uhud Ashâbına lânet olundu. Tutuşturdukları ateşin karşısına oturur, mü'minlere yaptıkları işkenceyi seyrederlerdi." 73 âyetleri trene işaret etmektedir. "el-uhdûd. Ennâri zati'l-veküdi." ifadeleri adeta tünelden başında ateş saçan dumanlarıyla çıkan bir teren anlatılır gibidir. Bence bu çok şaşırtıcı bir benzerliktir. Aynı şekilde, "meseli nûrihi kemişkâtin fîha müsbâhun" 74 âyeti elektriğe işaret etmektedir. Bu konuda yaptığımız gezinti yeterlidir kanaatindeyiz. Zira, Kur’ân’ın kıymeti ve i’câzı konusunda en ufak tereddüdümüz yoktur.



İ’câz-ı ilmî konusunda muhalif tutum sergileyen, Kur’ân’ı kendi tasavvurlarına göre değerlendirip onu tenkid eden ehl-i ilm-i hadîs (modern ilim ehli) mukabilinde Bediüzzaman’ın konumuna gelirsek, bu konuda ilmi metodlarla açıklamalar yaparak Kur’ân’ın i’câzını ispatlamaya çalışır ve inatçı feylesofları teslim-i silah etmeye mecbur bırakır. 75 Allah ondan razı olsun.



Kulak ve nefs ciheti: Harikalık, telezzüz, usanç vermeme, suhulet-i hazz, avamdan birisi dahi olsa alınan büyük hazz.



“Kırk tabakadan her tabakaya karşı bir pencere açar, i’câzını gösterir.” 76 “Hatta, yalnız kulağı bulunan ve bir derece mânâ fehmeden avam tabakasına karşı, Kur’ân’ın okunmasıyla başka kitaplara benzemediğini, kulak sahibi tasdik eder.” 77

“Hatta, az sözden ve gürültüden müteessir olan hastalara sekeratta olanlara karşı Kur’ân’ın zemzemesi ve sadası; zemzem suyu gibi onlara hoş ve tatlı geldiği cihetle, bir nevi i’cazını onlara da ihsas eder.” 78


Kadı İyâz i’câz vecihlerinden birisi olarak Kur’ân’daki harikalığı zikreder ki, bu yönüyle işitenlerin kalblerinde ve kulaklarında yer ederek etkisi altına alır. Şöyle der; “Buna delil, mânâlarını anlamasa da, tefsirini bilmese de her işitenin içinde yer etmesidir. Rivayet edildiğine göre bir hristiyan, Kur’ân okuyan birine rastladığında durur ve ağlayarak dinler. Ona niçin ağladığı sorulduğunda; ‘Ondaki ahenk ve nazmdan dolayı’ cevabını verir.” 79 Kanaatimce buradaki nazm ve ahenkten maksat, kelimelerdeki nağme ve vurgular, harflerdeki tatlılıktır. Öyle ki, bu yönü hakkında Abdülkahir Cürcanî, kelâmın yüceliğinden ve derecesinin yüksekliğinden daha fazla bir etkiye sahip olduğunu söyler. Bizler de diyoruz ki, Kur’ân’da his ve cemal açısından i’câzın en ileri derecesi vardır.



Bu yönlerden bir diğeri ise, Cenab-ı Allah’ın Kur’ân’ı manzum bir özelliğe sahip kılması, mensûr özelliğe haiz kılmamasıdır. Çünkü manzum oluş, kulaklarda daha fazla yer eder. 80



Bir diğer özellik; “Onu okuyan bıkmaz, onu dinleyen yorulmaz. Bilakis tilavet edildikçe halaveti artar. Devam edildikçe ona karşı olan muhabbet ziyadeleşir. her defasında tazeliği aynen kendini gösterir. Onun dışındaki kelamlar, velev hüsün ve belagat açısından çok yüksek olsalar da bir kaç tekrardan sonra bıktırır, tekrarlandıkça özellikleri kaybolur. Yüce kitabımız halavet yönünden her türlü lezzete sahiptir, en sıkıntılı anlarda enis bir arkadaş olur. Onun dışındaki kitaplar ise, en çok taraftarı olanları dahi belli bir süre sonra kaybeder. Bu yüzden Peygamberimiz (a.s.m.) Kur’ân hakkında şöyle buyurmuştur; “Çok tekrar edilmesi insanı sıkmaz.” 81


Bediüzzaman’ın görüşü şöyledir:


“Hıfza çalışan çocukların tabakasına karşı dahi, Kur’ân-ı Hakîm; o nazik, zaif, basit ve bir sahife kitabı hıfzında tutamayan o çocukların küçük kafalarında, o büyük Kur’ân ve çok yerlerinde iltibas ve müşevveşiyete sebebiyet veren birbirine benziyen âyetlerin ve cümlelerin teşabühüyle beraber; kemâl-i suhûletle, kolaylıkla o çocukların hafızalarında yerleşmesi sûretinde, i’câzını onlara dahi gösterir.” 82



Kadı İyaz i’câz vecihleri hakkında şöyle demektedir; “Onu öğrenenlerin hıfzetmelerindeki kolaylıkla, hıfzetmeye elverişlilik hakkında Allah-u Teala şöyle buyurmaktadır; "And olsun ki düşünülmesi, anlaşılması ve ezberlenmesi için Biz Kur'ân'ı kolaylaştırdık." 83 Halbuki diğer dinlerin kutsal kitaplarını ezberleyenlerin sayısı yok denecek kadar azdır. Bu hal bunca senedir onlarda bir sakar olarak bulunur. Kur’ân ise, daha küçük yaşlardan itibaren ezberlenmesi kolay olan bir kitaptır.” 84 Verdiği nimetlerinden dolayı hamd sadece Allah’a mahsustur ve Ondan faydalı ilim, amel-i salih nasib etmesini dileriz.



Diyorum ki; bütün bu hususiyetler ve faziletler Kur’ân’ın evsafı arasında bulunur. Muaraza sıhhati şartıyla benzerlerine meydan okumaktadır. Ayrıca, kesret ve yücelik açısından onun benzeri yoktur. Beşer onun bir mislini getirmeye muktedir değildir. İşte bu, kur’an’daki i’câz vecihlerinden birini teşkil etmektedir.



Kadı İyaz’ın bu faziletler ve hususiyetlerin i’câzdan gelmediğine dair sözleri, bu zikrettiklerine pek muvafık düşmemektedir. Ben bu konuda onun görüşlerine muvafık değilim, bilakis Bediüzzaman’la (Rahimehullah) müttefikim.



Göze bakan vecih: Benzerlik, tekabül, tevafuk, paralellik ve uyum.

Bediüzzaman; “Yalnız gözü bulunan: kulaksız, kalpsiz tabakasına karşı vech-i i’câzın” 85 19. Mektup’da gayet mücmel, muhtasar ve nakıs ele alındığı için, bu vech-i i’câzı 29 ve Otuzuncu Mektub’a havale etmiş, burada gayet parlak, nurani, zahir ve bahir bir sûrette ele almıştır. 86 Ancak daha geniş bir şekilde İşarâtü’l-İ’câz isimli eserinde bu konu ele alınmıştır. Hatta Kur’ân’ın bu vechini açıkça gösterebilmek için, bir mushaf yazdırıldığını, böylelikle bu vech-i i’cazı gözle görülebilir halde sunulacağını belirtmiştir. 87


Anladığım kadarıyla, Bediüzzaman’ın açıkladığı bu i’câz yönü, birbirinden müstakil olarak iki mushafta hat yazısı sûretiyle gösterilmektedir.



Birinci mushaf hakkında şöyle der; “Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın yazılan kelimeleri birbirine bakıyor. Meselâ Sûre-i Kehf’de: "Ve sâminühüm kelbühüm" 88 kelimesi, altında yapraklar delinse, Sûre-i Fâtır’daki ‘Kıtmîr’ kelimesi, az bir inhirafla görünecek ve o kelbin ismi anlaşılacak. Daha sonra baktım ki: Kur’ân’ın müteaddit yapraklar arkasında birbirine bakar çok cümleleri var ki, manidar bir sûrette birbirine bakar. İşte tertib-i Kur’ân irşad-ı Nebevî ile; münteşir ve matbu’ Kur’ânlar da, ilham-ı İlahî ile olduğundan; Kur’ân-ı Hakim’in nakşında ve o hattında, bir nevi alamet-i i’câz işareti var. Çünkü o vaziyet, ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bazı inhiraf var ki, o da tab’ın noksanıdır ki; tam muntazam olsaydı, kelimeler tam birbirinin üzerine düşecekti.” 89 Bu konuda benim görüşüm; Niçin bizzat bu mushaf, aşağıda bahsedeceğimiz ikinci mushafa, Nebî (a.s.m.)’nin elindeki mushafa ve diğer Osmanlıca mushaflara mukabil farklılık göstermektedir. Halbuki i’câz vecihlerinde herhangi bir farklılığın olmaması gerekir. Bir vechin olması, diğerlerinin iptalini gerektirmez. Bana göre Hafız Osman’ın hattı belli bir değere sahiptir, ikinci mushafın hattı da aynı şekilde meziyete sahiptir. Bu meziyetler belli bir san’atı gösterir. Ancak Kur’ân-ı Kerim bütün bunların üstündedir. Müellifin bunu müdafaada ve bazı küçük sapmalara mazur görmedeki ısrarı, kendisine ait bir görüşü aksettirir. Şu bir gerçektir ki, buna berzer vecihlerin cüz’iyyatı çoktur. Ancak bunlar ne bir tesadüf demek de yanlış olur. 90



İkinci mushafa gelince, Bediüzzaman, “Kur’ân’ın göze görünen bir nevi icazının lemaatını ve rumuzat-ı gaybiyenin bir menba-ı işaratını teşkil eden, Kur’ân’da ‘Lafzullah’ın tevafukundan çıkan bir lem’a-i i’câzı gösteren yaldız ile bir Kur’ân yazdırıldığından” 91 bahseder. Elimde 1394 h./1974 m. tarihinde Hattat Hamid el-Âmidî hattıyla yazılmış bu mushaf bulunmaktadır. Bu mushafın sonunda, Bediüzzaman’ın 29. Mektup isimli eserinin ışığında yazıldığı belirtilmektedir. Hakikaten Kur’ân’da tekrar eden Lafz-ı Celâllerin aynı hat üzerinde alt-alta gelmelerini göstermesiyle ayrıcalıklı bir mushaftır. Hemen her sayfada zikredilen Allah’ın isimleri gerek bir sütunda, gerekse bir kaç sütunda alt alta sıralanmaktadır. Bediüzzaman, yukarıda belirttiğimiz “Kıtmir” ismiyle ilgili tevafuk gibi, sadece Lafzullahda değil, başka yönlerle de bir çok tevafukların bulunduğunu söylemektedir. Şöyle demektedir; “Kur’ân-ı Hakim’in umum sahifeleri ahirinde âyet tamam oluyor. Güzel bir kafiye ile nihayeti hitam buluyor. bunun sırrı şudur ki; En büyük âyet olan Müdâyene âyeti, sahifeler için, Sûre-i İhlas ve Kevser satırlar için bir vahid-i kıyasî ittihaz edildiğinden, Kur’ân-ı Hakim’in bu güzel meziyeti ve i’câz alameti görülüyor.” 92



Diyorum ki; Mezkur nüshadaki bu tevafukları kendim gördüm. Ancak mezkur paralellikler ve tevafuklar, tam anlamıyla bir i’câz olamaz; belki bir san’at ve beceri neticesi ortaya çıkabilir.



Ancak, daha önce de söylenildiği gibi Bediüzzaman hitab makamındadır. Cüz’iyyatın ve envaın kesreti hiç bir şekilde, bu tür konuları ihata edemeyecek akl-ı cüz’i tarafından tesadüf ve insan işi olarak kabul edilemez.



Son olarak derim ki; Bu son cümle Bediüzzaman açısından ve mezkur vechin Resulüllah’a (a.s.m.) gelen yüce kitabımızda bulunması açısından mülahaza edilirse, bu düşüncenin diğer i’câz vecihleri derecesine çıkarılmaksızın, “bu bir i’caz’dır, ancak biz bunu savunmada taassub taraftarı değiliz, böyle bir şeye de ihtiyacımız yoktur, çünkü bu Kitab-ı Azizin i’cazını gösteren çok daha kat’i vecihler vardır” denilmesinde bir beis yoktur.



Belirttiğimiz bu iki vechi kabul edecek olursak, mezkur vecihlerin bulunduğu iki mushaftan birinin diğerinden farklı olduğunu görürüz. Çünkü her ikisinin aynı özelliklerle biraraya getirilmesi mümkün değildir. Böyle bir ihtimal olsaydı, sanırız bizzat Bediüzzaman tarafından bu gerçekleştirilirdi.



Sonuç


Yazılıştan doğan denge ve uygunluğu zayıf bir durum olarak görmekteyiz. Fakat yine de cifir yoluyla manalar çıkarmak Said Nursi'nin bu konudaki gücünü göstermektedir. Bu yönüyle ve yorumlama açısından getirdiği yeniliklerle belirtilen konuda münferiddir. Manalar açısından ise onun bir benzerini göstermek güçtür. Bunun delili önünüzdeki bu mütevazi çalışmamdır. Bediüzzaman, fikirlerinin derinlemesine araştırılması ve onun fütuhatından alabildiğine yararlanılması gerekli bir şahsiyettir.



Dipnotlar

1. Bkz: Abdürrahim Ferec el-Belînî, İ’câzü’l-Kur’âni’l-Kerim1-2; Muhammed el-Hakîm, İ’câz’ül-Kur’ân, 40-41, 1398

2. Mektubat, 369

3. Mektûbat, 369

4. Şerhu Hemziyyeti’l-Bûsirî libni Hacer el-Heytemî, sh.134, 1326 h.

5. A.g.e.

6. Bkz: Müddessir; 21

7. Bkz: 6. dpnt.

8. A.g.e.

9. Enbiya; 46

10. Sözler, 343

11. Fatiha; 6

12. Sözler, 368

13. Suyûtî’nin zikrettikleri için mezkur eserinin 190-93. sayfalarına bakınız. İkinci müellif (Ahmed İzzeddin Abdullah) tarafından zikredilen 40 vecih bu eserin 248-49. sayvalarda yeralmakta, bu vecihlerin açıklamaları ise 681. sayfaya kadar devam etmektedir.

14. Sözler, 338

15. Mektubat, 379

16. İşaratü’l-İ’câz, 11

17. İşaratü’l-İ’câz, 137; Sözler, 343

18. Muhakemat, 79

19. Bu üç okulla ilgili bilgiler “El-Belağatü’l-Arabiyye fi Sevbihe’l-Cedid” isimli eserden alınmıştır. Bkz. A.g.e., Dr. Bekrî Şeyh Emin, Beyrut-1990

20. Mektubat, 293

21. Bakara, 3

22. İşaratü’l-İ’câz, 47

23. Burada Kamer;12’den iktibas edilmiştir.

24. Zâriyât; 22

25. İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadisin manasıdır. Bkz: Tefsiru İbn Kesîr, Kamer Sûresi;49’un tefsiri

26. Ahmed b. Hanbel ve Şeyhân’ın rivayet ettikleri bir hadise göre, cenine ruh üflemekle görevli meleğe üç kelimeyi belirlemesi emredilir; Rızkı, eceli, ameli, şakî veya saîd olacağı. Bkz: Tefsiru İbn Kesir, Mü’minun; 14 âyetinin tefsiri.

27. Bkz. İşaratü’l-İ’câz, 128

28. Muhakemât, 88

29. Muhakemat, 83

30. Sözler, 384

31. A.g.e.

32. İ’şaratü’l-İ’câz, 34

33. Sözler, 400

34. Sözler, 370

35. İşaratü’l-İ’câz, 42

36. Muhakemât

37. Bunu özetlersek; Bir kelamda kafi bir karine olmadıkça kesinlikle mecaz anlamı çıkarılmaz. Eğer mecaz, karinesiz olarak varsa, bunun manası, hakikati men’eden veya ilga eden bir karinenin olmamasıdır. Her ikisinin birlikte ele alındığı takdirde, nükte-i mecâz ve isâle-i hakikat birlikte ortaya çıkar. Nüktesi açısından mecaz, nükte ve isâlenin her ikisi birlikte ele alındığı durumda hakikatle müsavi olur. Hakikat ve mecazin cem’edilmesi, ifadenin irade edilmesinde hiç bir mani’in olmadığı iki hakikatın cem’edilmesi gibidir. Bazı mezahib-i fıkhiyye-tamamı değil-irade-i isti’malde bu ikisinin cem’edilmesini memnu’ görmüşlerdir. “Veş-Şemsü tecrî li-müstekarrin lehâ, zâlike takdîru’L-Azîzi’l-Alîm” (Yasin: 38) âyetinin tefsirinde bu kaidelerden istifade edilmiştir. Filozoflar ve müfessirler eski ilm-i felek ışığında bu âyeti şöyle tefsir etmişlerdi: “Bu cereyan, kendi etrafında değil, dünyanın etrafında dönmektedir. Böylelikle doğuş ve batış meydana gelmektedir. Ayrıca bu cereyan karineden uzak, mecazî anlam taşır.” Bizler ise, yeni ilmi gerçekler ışığında ve yukarıda zikrettiğimiz kaide gölgesinde şunları söylüyoruz; Güneşin cereyanı(akışı) hakikatte kendi etrafında dönmesidir. Doğuş ve batışla alakası yoktur. Aynı zamanda mecazen şu anlamı taşır; Zahiren doğuş ve batış esnasında görülen cereyan, hareketlilik, hakikatte dünyanın güneş etrafında dönüşünden kaynaklanır. Bu ifade, zahiri görüntüden hareketle güneşe nisbeten mecaz anlamı taşır. Hakikaten ve batınen böyle bir anlam yoktur. Çünkü modern görüş böyle bir kelamı hakikate ve delillere aykırı olarak görmektedir. Bediüzzaman bu konudaki görüşü; Kur’ân bu ifadeleri eski insanların bir takım inançlarını, hatalı hisslerini ikrar etmek gayesiyle serdetmemiştir. Hakikat zahir olana kadar onlara bir nevi mehil tanımıştır. Bu ifade ise yüzde yüz Kur’ân ifadesidir. Bu ifadeler birileri tarafından ne değiştirilerek ortaya çıkmış, ne de dışarıdan ilave edilmiştir. Eğer Kur’ân bu gerçekleri ilk etapta ortaya koymuş olsaydı, insanların çoğu buna inanmayacak, insanlar tarafından yalancılıkla itham edilecek veya kendi aralarında inandıkları şeylerle mugalata edeceklerdi. Eğer Allah’ın kudretini, ilminin genişliğini ve takdirindeki harikalığı göstermek için onlara herşeyi sarihan bildirmiş olsaydı, esas dâvâya hizmet etmekten uzak olacaktı. bu ise muhatabın seviyesine göre hitapta bulunarak delil gösterme prensibine muhalif olacaktı. İrşad-ı Kur’ân, böyle zahiri bir ifadenin yanısıra, kinaye ve müstetbeat-ı terakîp usullerini kullanarak, ilmi gelişmelerin olmasıyla hakikatın daha iyi anlaşılması yolunu açık bırakmıştır. Böylelikle ehl-i tahkik geçmiş insanların nazarında da kabul gören bu âyetlerin hakikatlerini anlamış olmaktadırlar.

Ve Sübhanallahi’l-Aliyyü’l-Kadiru’l-Hakîmü’l-Alimü’l-Azîm.. İşte bu apaçık bir i’câz ve belagattır. Bu konuda daha fazla bilgi için bkz: Bu fakirin kaleme aldığı “Buhûsu Fi Ulûmi’l-Kur’âni-l-Kerim” eserindeki “Tefsir-i İlmî Esasları” başlıklı bölümde yeralan 6. ve 12. esaslar.

38. İşarâtü’l-İ’câz, 32-33

39. Tabiatler ve harfler hakkında zikrettiğim bu bilgileri, İbn Manzûr’un Lisanü’l-Arab isimli eserinden tahric ettim. Burada aynı konuyla ilgili bazı büyük ulemanın isimleri de zikredilmektedir.

40. İşâratü’l-İ’câz, 33

41. A.g.e.,

42. A.g.e., 34

43. A.g.e.

44. Bediüzzaman bu açıklamalardan sonra adeta böyle demek ister..

45. İbn Hibban’ın Sahih’inde geçen bir hadis-i şerife göre, mana itibarıyla, ehl,-i ilim tarafından zahir bir şekilde bilinen manalar kasdedilmektedir. Zahiren ve batınen tazammun ettiği esrarı muttali kıldığı erbab-ı hakaik buna mazhar olabilir. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz: Suyûtî, el-İtkân, 78; Gazalî, İhyâ, Adab-ı Tilavet blm.

46. Mektubat, 186-87

47. Sözler, 423-24

48. Daha geniş bilgi çin bkz: “Dirase fi Tefsiru’n-Nesefî fi Sûreti’r-Rahman” isimli eserim.

49. Sözler, 380

50. A.g.e.

51. Bakara, 43

52. Bakara, 275

53. Sözler, 380

54. A.g.e.

55. A.g.e.

56. A.g.e.

57. A.g.e, 381

58. A.g.e.

59. Sözler, 376-78

60. Bakara: 24.

61. İşaratü’l-İ’câz, 143

62. Bakara: 6.

63. A.g.e., 72-73

64. Lem’alar, 32-35

65. Cifr ve camia kader ve kazanın iki levhası veya esrarını fehmedenlerce keşfedilen remizler, gayb ilimleri veya gayba ait bazı ilimlerdir. Bu konuda kalem doğru bir hat üzerinde kullanılmalıdır. Aynı zamanda bu ikisi, birer kitaptır. Bunlardan ilkini Hz. Ali (kerremallahü veche) zikretmiş ve bununla hitab etmiştir. Diğerinin sırları ve özelliklerini sadece Nebi (SAV) bilmektedir. Diğer yandan ilm-i cifr, özellikle Eflatun mezhebini takip edenlerce bilinen, kullanılan bir ilimdir. İlm-i cifr konusunda bütün bildiklerim bundan ibarettir. Bu durumda bunu kim kabul eder? Kimin aklı kabul eder? Bu konuda daha fazla bilgi için bkz: “Dirasât fi ulûmu’l-Kur’ân ve Menâhici’l-Müfessirin” isimli eserimin C.2/214-216. sayfaları.

66. Mücâdele: 8

67. Ahzâb: 40.

68. Sözler, 384

69. Sözler, 249

70. Enbiya: 69.

71. Sözler, 244-45

72. Yasin, 42

73. Bürûc, 4-7

74. Nûr, 35

75. Tarihçe-i Hayat, 84

76. Mektubat, 166

77. A.g.e.

78. A.g.e., 167

79. Eş-Şifâ, Kadı İyâz, 1/230-231

80. A.g.e., 236

81. A.g.e., 233

82. Mektubat, 166

83. Kamer, 17, 22, 32, 40

84. Bkz. 81. dipnot.

85. Mektubat, 167

86. A.g.e.

87. A.g.e.

88. Kehf, 22.

89. Mektubat, 167

90. A..g.e., 168. Bkz: haşiyeler

91. A.g.e, 168-69

92. A.g.e., 168
 

ma'vera

Emektar
Özel Üye
Çok güzel bir yazı.Kur'ân-ı Kerîm'in her yönden mûcizeli oluşunu,Bedi'üzzaman hazretleri ispat etmiş,ulemalar da tasdik.Şimdi hatırıma gelen Risâle-i Nûr'dan,İ'câz-ı Kur'ân'ı eşsiz bir üslûpla anlatan 25.Söz'den bir numûneyi de burada zikredelim:

(Üçüncü Nokta: Kur'ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, Kâbe'nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin "Muallakât-ı Seb'a" nâmiyle şöhretşiâr kasîdelerini o dereceye indirdi ki, Lebid'in kızı babasının kasîdesini Kâbe'den indirirken demiş: "âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı."

Hem, bedevî bir edip,
b558.gif

-1- âyeti okunurken, işittiği vakit secdeye kapanmış.


Ona dediler: "Sen Müslüman mı oldun?"

O dedi: "Yok, ben bu âyetin belâgatına secde ettim."

Hem, ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdulkâhir-i Cürcânî ve Sekkâkî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icmâ ve ittifakla karar vermişler ki, "Kur'ân'ın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkındedir; yetişilmez."S.)

1- Artık emrolunduğun şeyi kafalarını çatlatırcasına ısrarla anlat. (Hicr Sûresi: 94.)

 
Üst