Divân

ömr-ü diyar

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
Yönetici
İslâm ülkelerinde devlet işleri ile alâkalı en yüksek idarî makam. Divânu'l-ceyş, Divânu'l-mezâlim, Divân-ı Humâyûn gibi müesseseler, bunun örneklerinden birkaçıdır.

Herhangi bir konu üzerinde tedvin edilmiş eser. Kaşgarlı Mahmud Beğ'in Divân-ı Lügati't-Türk'ü, Fuzûlî Divân'ı vs. gibi.

Hükümdarın oturduğu sedir; Osmanlı devletinde birkaç köyden müteşekkil karye (köy) ile nahiye arasında küçük bir ünite; mahkeme maksadıyla kurulan yüksek meclis. Divân-ı Harb, Divân-ı Âli gibi.

Bir âmir veya büyük huzurunda eller önde kavuşmuş olarak saygılı vaziyette durmak; yabancıların barındığı han veya kervansaray.

İslâm devlet teşkilâtı içinde bulunan ve tarih boyunca önemli bir fonksiyon icra eden divan teşkilâtı, ilk defa Hz. Ömer zamanında faaliyete geçirilmiştir. (Mâverdî, el-Ahkâmu's-Sultaniyye, 199; Fethiye Nebravî, Tarihu'n-Nuzum ve'l-hadarati'l-İslâmiyye, 80.) Gerçekten, bu dönemde İslâm devleti gerek toprak, gerekse malî bakımdan çok geniş imkânlara kavuşmuştu. Divanın böyle bir dönemde ortaya çıkması bunun bir neticesidir. Bilhassa Hz. Ömer döneminde gerçekleştirilen fetihlerin sonucunda müslümanlar bir taraftan Bizans, diğer taraftan da İran'la komşu oldular ve onlarla Çeşitli münasebetlerde bulunmaya başladılar. Bunun sonucunda müslümanlar eski medeniyetlerin mirasçısı olan bu iki devletin kurduğu müesseselerden de istifade etmeye başladılar. Bilhassa İslâm'a aykırı olmayan ve gelişmeye yardımcı olan müesseselerden istifade etmek İslâm'ın prensip edindiği bir husustur. Gerek Mısır, gerekse Suriye'den İslâm başkentine dönen fatih müslümanlar, burada idarî sistemle ilgili gördüklerini anlatmaya başladılar. İşte bunlar içinde divanlar da vardı.

Bu kelimenin (Divan) Farsça veya Arapça menşeli olduğuna dair değişik rivâyetler bulunmaktadır. Genellikle bu kelimenin Sasanî İmparatorluğu'ndaki devlet idaresine ait bir kavram ve kurum olarak Arap diline intikal ettiği kabul edilmektedir. Bu manada divan kelimesi; devlet idaresindeki muhtelif idarî, askerî ve malî hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılan defterlere, bunların ve devlet memurlarının bulundukları yere verilen isimdir. (Maverdî, a.g.e., aynı yer).

Divan'a niçin bu ismin verildiğine dair iki ayrı rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetler hemen hemen bütün kaynaklarda zikredilmektedir. Böylece, kelimenin aslının Farsça olduğuna işaret edilmektedir. Buna göre İran Kisrası Nûşirevan, bir gün kâtiplerinin yanına uğramış ve onların kendi başlarına sayı sayıp hesap yaptıklarını görünce onlara "divâne" yani "deli" demiştir. Zamanla kâtiplerin çalıştığı yere de "Divane" denilmeye başlanmıştır Sonradan bu kelime divan şekline dönüşmüştür. İkinci bir rivâyette ise divan kelimesi Farsça'da Şeytanlar mânâsına gelmektedir. Kâtipler de devlet işlerini çok iyi bildiklerinden her çeşit gizli açık konuya çok çabuk vâkıf olduklarından, dağınık ve karışık rakamları bir araya topladıklarından dolayı, şeytanlar gibi bir mânâya delalet etmek üzere "divan" denildiği anlatılmaktadır. Sonradan bu kelime, kâtiplerin oturdukları yere de verilen bir isim olmuştur. (Maverdî, a.g.e., 199).

Hz. Âişe'den rivayet edilen ve "Allah katında üç divan vardır" hadîsine göre bu kelime hesap defteri manasında kullanılmaktadır. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 240).

İslâm dünyasında, Hz. Ömer'in fey* gelirlerini dağıtmak için tesis ettiği divan teşkilatiyle birlikte, yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanan divan tabiri, Emevîler ve bilhassa Abbasîler zamanında başta askerî ve bilhassa malî sahalar olmak üzere çeşitli devlet hizmetlerine bakan müesseselere isim olarak verilmiştir.

Burada hemen şunu da belirtelim ki, Hz. Ömer'in henüz 20 (641) yılında, Medine'de fey için tanzim ettirdiği divan defterleri, Arapça yazılmıştı. O, bu vazife ile de Kureyş kabilesinden, Arap neseb ilmini iyi bilen Hz. Ali'nin kardeşi Akil b. Ebi Talib ile Mahreme b. Nevfel ve Cübeyr b. Mut'im'i vazifelendirmişti. Bu konuda defterlerin tutulması ile ilgili şu sebepler gösterilmiştir:

Ebû Hüreyre, Bahreyn taraflarından birçok mal ile birlikte Medine'ye geri döndüğünde Hz. Ömer, Ebû Hüreyre'ye ne kadar mal getirdiğini sorar. O da; "beşyüz bin dirhem" deyince, Hz. Ömer bunu çok büyük bir rakam olarak görür ve tekrar Ebu Hüreyre'ye bunun ne demek olduğunu bilip bilmediğini sorar. Bunun üzerine Ebu Hüreyre tekrar: "Evet, beşyüz bin dirhem." Bu defa Hz. Ömer, o malların hangi kaynaklardan olduğunu (helâl olup olmadığını) sorar. Ebü Hüreyre: "Bilmiyorum, sadece şu gördüklerini biliyorum" der. Bunun üzerine Hz. Ömer minbere çıkarak Allah'a hamd ve senada bulunur, sonra topluluğa:

"Ey insanlar bana pekçok mal geldi. İsterseniz size bu malları ölçekle ölçerek, isterseniz sayarak dağıtayım." der. Bu konuşma üzerine cemaattan biri ayağa kalkarak şöyle der:

"Ey emire'l-müminin, ben İranlılar'ı gördüm. Onlar bir divan tutarlar, dağıtım işlerini o divan görür, malları bir deftere kaydederler. Sen de bir divan kur, mal dağıtım işini onlar görsün, herkes deftere göre alsın, böylece kimin ne aldığı oraya yazılsın." Bu söz üzerine Hz. Ömer teklifi uygun bulur ve bir defter ihdas eder. Malları da ona göre taksim ettirir. Başka bir görüşe göre de Hz. Ömer'in divan kurmasının sebebi şöyle anlatılır:

Bir gün Hz. Ömer birini bir iş ile görevlendirirken yanında bulunan Hürmüzan, Hz. Ömer'e şöyle der:

"Sen bu görevlinin eline mallar verdin. Aralarından biri çıkar da muhalefet ederse, elçinin gittiği yerde onun yerine bir başkası geçip görevli olduğunu söylerse, bunun görevli olup olmadığını nereden bilecekler?" Sen ona, kayıtları da içine alan bir defter ve eline bir divan ver. Divanında verdiğin malların kayıtları bulunsun. Görevli, gideceği yere vardığı zaman ondan divan isterler ki bununla kendilerine gelen görevlinin senin görevlin olduğunu anlarlar.

Abid b. Yahya'nın, Hâris b. Nüfeyl'den rivayetine göre Hz. Ömer, divan kurulup kayıtların tutulması için müslümanlarla istişarede bulunur. Hz. Ali de hiçbir şey bırakmaksızın her yıl toplanılan malları hak sahipleri arasında taksim eder. Bunun üzerine Hz. Osman da:

"Birçok malın insanlara verildiğini ve dağıtıldığını görüyorum. Fakat bu mallar sayılmaz ve kayıtları tutulmazsa, senden mal alanlar ve almayanlar belli olmaz. Bu yüzden de dedikodunun çıkmasına sebep olursunuz. Bu kötü işin yayılmasından çok korkarım." dedi.

Daha sonra Halid b. Velid, kendisinin bir ara Şam'da bulunduğunu, bölge idarecilerinin devlet işlerine dair bazı defterler tuttuğunu asker sayımı ve ihtiyaçlarını yazdıklarını gördüğünü söyleyerek Hz. Ömer'e de böyle yapmasını teklif eder. Bunun üzerine Hz. Ömer, Akil b. Ebi Tâlib, Mahreme b. Nevfel ve Cübeyr b. Mut'im'i çağırarak onlara halkı ailelerine göre yazmalarını söyler. Bunun üzerine onlar önce Hâşimoğullarından başladılar. Sonra Hz. Ebubekir ve ailesini daha sonra Ömer ve ailesini ve diğer kabileleri sıra ile yazdılar. Sonra da bazı ihtilafları halledip neticeyi Hz. Ömer'e arzettiler, Hz. Ömer, bu kayıtlara baktı ve: "Bu kayıt işi olmamış! Ben böyle istememiştim. İnsanları, Rasûlullah'a en yakın olanlarından başlayıp sonra biraz uzak olanları ve daha sonra da en uzak olanları yazmak üzere bir yol takib ediniz. Böylece Ömer, Allah'ın emirlerine tabi olmuş olsun." Bunun üzerine kâtipler de Hz. Ömer'in emrine uydular. (Maverdî, a.g.e., 199-200)

İslâm fetihlerinin başlatılıp devam ettirildiği iki ana bölge, Irak ve Suriye ile bu iki bölgeye yeni fethedilen Mısır'daki askerler ve onların ailelerine ait Divân defterlerinin ilâve edilerek düzenlendiğini; ancak bunlar hakkında çok az bilgiye sahip olduğumuzu da söylemeliyiz.

Bu bakımdan, baştan beri anlatmaya çalıştığımız Medine'deki merkezî divân defterleri ile, Irak, Suriye ve Mısır bölgelerindeki divan defterlerini birbirinden iyi ayırmak gerekiyor. Hz. Ömer Medine'deki divan gibi, bu üç bölgede de ayrı ayrı ve bilhassa Irak'ta Kûfe ve Basra başta olmak üzere bazı şehirlerde, divan defterleri düzenlettirmiştir. Bu bölgelerin defterleri de, Medine'deki gibi Arapça olarak yazılmış ve buradaki askerlerle aileleri defterlere kaydedilmişlerdir.

Öte yandan, İslâm fetihleri esnasında Irak'ta Sasanîler; Suriye ve Mısır'da Bizanslılar tarafından devam ettirilmekte olan Divânu'l-Harac'lar (vergi tesbit ve toplama divanları) Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan 81 (700) yılında bunların Arapça tutulmasını emredinceye kadar aynen ve kendi dillerinde bırakılmıştır. Bu tarihten sonra bunlar da Arapça tutulmaya başlandı. Böylece, İslâmiyet'in ilk devrinde ve Halife Hz. Ömer döneminde, Medine-i Münevvere'de, İslâm askerleri ve diğer vatandaşların maaş ve tahsisatlarını kaydeden Arapça divan ile, Abdülmelik b. Mervan tarafından, belirtilen tarihte Arapça tutulmaya başlanan divanlar, birbirinden farklı şeylerdir. (Geniş bilgi için bk. Ebu Abdullah Muhammed b. Abdus el-Cahşiyarî, Kitabu'l-Vüzera ve'l-Küttâb, Kahire 1980, 38-40).

Böylece, İslâm âleminde Hz. Ömer devri ile başlayan divan teşkilâtı, memleketin idarî, siyasî ve ekonomik gelişmesine paralel olarak artış göstermiştir. Gerek sayı, gerekse divan üyelerini teşkil eden zevat bakımından, Emevîler dönemi büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Nitekim ilk Emevî halifesi Muaviye b. Ebi Süfyan Divânu'l-Atâ', Divânu'l-Harac ve Divânu'l-Cünd'e ilâve olarak, Divânu'l-Hatem, Divânu'l-Berîd, Divânu's-Sadakat ve Divânu't-Tıraz'ı kurdurmuştur. (Fethiye Nebravî, a. g. e., 91)

Abbasiler dönemi, başlangıçta Emevî müesseselerini aynen devam ettirmiş görünmekte ise de hakikatte büyük bir yenilik ve değişikliğin ortaya çıktığı bir dönem olarak kabul edilir. Bu ifade sadece divanlar için değil, bütün müesseseler için geçerlidir. Nitekim vezirliğin ilk defa İslâm dünyasında ortaya çıkışı, Abbasî halifesi Ebu'l-Abbas es-Seffâh zamanında, Ebu Seleme el-Hallal'ın bu vazifeye getirilmesiyle gerçekleşmiştir. Bu bakımdan, divan teşkilatı, Abbasîler döneminde daha bir gelişme göstermiştir. Gerçekten, Abbasîler'in orta zamanlarında divan, en debdebeli ve muhteşem bir şekil almıştı. Divanda vezir, kadi'l-kudat, kadı ve diğer vazifelilerin yerleri olup halifenin makamı da vardı. Fakat burası boş dururdu. Halife, divana bakan pencereli yüksek bir mahalden divan müzakerelerini dinleyip kendisi görünmezdi. Divan'a bakan bu pencereye Kâbe örtüsünden siyah bir perde konmuştu. Divan esnasında bu perde kaldırılır ise de pencerenin altın kaplı parmaklıklarından dolayı halifenin kendisi, dışardan görünmezdi.

Abbasilerdeki divana halife Mu'tasım zamanında Divanu'l-Adl denilirdi. Böylece divan tabiri Abbasîler devrinden itibaren ve daha sonraları bütün müslüman devletlerde kabul görmüştü. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, s. 4-5)

İslâm ülkelerinde devlet işlerinin yürütülmesi ve insanlara daha iyi ve sağlıklı bir adlî ve idarî nizam sağlamak için kurulan divanlar, birçok kısma ayrılır.

Bilindiği gibi Abbasî devletinin merkezi Bağdat idi. Bu bakımdan divanların merkezi de burası idi. Hicrî üçüncü asırda halife el-Mu'tedid, idarî bakımdan büyük bir değişiklik yaparak vilayetler için de divanlar tertipledi. Adına "Büyük Divan" denilen bu divan defterleri merkezde bulunuyordu. Abbasî dönemi divanlarından birkaçı şöyledir: Divân-ı Arizu'l-ceyş, Divânu'l-Harac ve'l-Cibayat, Divânu'n-Nefekat, Divânu Beyti'l-mal, Divanu't-tevki', Divânu'l-Berîd Divânu'l-hatem, Divânu'l-eşrâf, Divânu'l-mezalim. Bu divanlardan her biri, kendi alanlarında hizmet eden günümüz bakanlıkları gibi düşünülmelidir.

Osmanlı Dönemi Divânı

İslâm dünyasında, Hz. Ömer ile başlayan ve daha sonra değişik şekillerde ortaya çıkan divan teşkilâtı, Osmanlılar'da da değişik isim ve şekillerde faaliyetine devam etmiştir. Bununla beraber devletin ilk yıllarında divanın nasıl geliştiğine dair kesin bir bilgiye sahip değiliz. Bununla beraber Kemalpaşazade bunun daha Osman Gazi zamanında ortaya çıktığını kaydeder. Herhalde bu, Anadolu beyliklerinde ortaya çıkan divanın bir benzeri olmalıdır ki fazla bir gelişme gösterememiştir. Ama 1324 yılında bey olan Orhan'ın dönemi, artık kesinlik kazanmış görünmektedir. Hatta tarihçi Aşıkpaşazâde'nin, bu beyin, divana gelmek zorunda olan devlet adamlarının burmalı tülbend yani bir çeşit sarık taşımalarını emretmiş olduğunu söylemesi, onun divan erkânı için bir kıyafet tespit ettiğini göstermektedir. (Ahmet Mumcu, Divan-ı Hümayun, 21-22). Osmanlı Divanı, daha sonra gelen hükümdarlar vasıtasıyle bir hayli geliştirilerek, devletin en önemli organları arasında yer almıştır.

Çeşitli âmiller vasıtasiyle müesseselerini, Abbâsîlerin parlak devirlerindeki gelişmiş şekillerine dayandırmak suretiyle, kendinden önceki diğer müslüman devletlerden de istifade etmiş olan Osmanlı devleti, şer'î hukuku hem nazarî, hem de amelî bir şekilde her sahada uygulamaya çalışıyordu (Ömer Lütfı Barkan, "Osmanlı İmparatorluğu Teşkilat ve Müesseselerinin Şer'iliği Meselesi" İHFM. (1945) XI/3-4, 209). İşte bunun içindir ki, üç kıta üzerinde 10-50 derece Kuzey enlemleri ile 10-60 derece Doğu boylamları arasında uzanan Osmanlı devleti, saha ve genişlik itibariyle bir kıta görünümünde olmasına, çeşitli iklim ve tabiat şartları ile; tebeasının farklı bünyelere (din dil, ırk, mezhep, kültür farkları gibi) sahip bulunmasına rağmen, onları dünya devletlerinden çok azına nasib olmuş bir adaletle idare edebilmiştir (Geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Osmanlılarda Vergi Sistemi, 7-8). Zaten devlet bundan başka türlü davranamazdı. Zira İslâm hukukuna göre hükümdar, her istediğini yapan ve her türlü arzusuna uyulması gereken bir kişi değildir. O da Şerîatın emirlerine uymak zorundadır. Aksi takdirde, Hz. Peygamberin "Allah'ın emirlerine uymayana itaat yoktur" (İbn Mace, Sünen, II, 956) hadis-i şerifi ile, Hz. Ebû Bekir'in halife seçildiği zaman irad etmiş bulunduğu hitâbesinde dediği gibi (İbn Hişam, es-Siretu'n-Nebeviyye, IV 311) yöneticinin emirlerine itaat mecburiyeti kalkar. Osmanlı devletinde de durum aynıdır. Zira "bu devlette din asıl, devlet onun bir fer'idir" (Hezarfen Hüseyin Efendi, Telhisü'l-Beyan fi Kavanin-i Âl-i Osman, Bibliotheque National (Paris) Ancien Fonds Turc, nr. 40, vr. 134 a-b).

Devlet işlerinde kesin bir karar verilmeden önce, devlet divanında incelenir, görüşülür ve bundan sonra karar hükümdarın olurdu. Padişahlar zaman zaman devlet işleri ile şer'î ve hukukî muameleler hakkında icab edenlerle görüşüp kendilerinden fikir alırlardı. Bundan anlaşılacağı üzere zahiren geniş ve hududsuz bir yetkiye sahip olduğu görülen padişah, gerçekte birtakım kanunlarla kayıtlı idi. Osmanlı hükümdarlarının en kudretli zamanlarında bile divan kararlarına tamamen riayet ettikleri ve bunun haricine çıkmadıkları görülmektedir. Osmanlılar'da bir devlet teşkilâtı olarak divan, "bizzat padişahın bulunmadığı takdirde, vezirin başkanlığında veya hükümdarın bulunduğu yerde kurulan bakanlar kurulu" demektir.

Divan, her gün sabah erkenden namazdan sonra padişahın huzurunda toplanarak gerek devlete, gerek halka ait askerî, malî, idarî, hukukî ve örfi işler hakkında kararlar verirdi. Divanda padişah, vezir-i âzam ve diğer vezirlerden başka, kadıaskerler, defterdarlar, nişancı gibi üyelere ilaveten başka Rumeli Beylerbeyi, Yeniçeri Ağası ve Kaptan Paşa da bulunurdu. Bu arada fiilen divan üyesi olmamakla birlikte Şeyhülislâm, her zaman ve kimseye haber verme ihtiyacı duymadan divan müzakerelerine iştirak edebilirdi.

Divan toplantıları, XV. asır ortalarından sonra haftada dört gün (cumartesi, pazar, pazartesi, salı) olurdu. Padişah nerede ise divan orada kurulurdu. (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, 495-501).
Divan Çeşitleri

a. Divân-ı Hümâyun: Bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı devletinde de başlangıçta hükümdarın, sonraları vezir-i âzamın başkanlığında toplanarak devlet işlerine bakan meclisin adı. Buna sadece divan da denirdi. Bilindiği gibi divan tâbiri, Osmanlılardan önce diğer devlet dairelerine de veriliyordu. Ama Osmanlılar'da bu tahsis edilerek sadece Divan-ı Hümâyun için kullanılmıştır.

İstanbul'un fethinden sonra Divan-ı Hümayun, Topkapı Sarayı'nda ve Kubbe altı denilen mahalde toplanıyordu. Fatih'e gelinceye kadar divana başkanlık etmek suretiyle padişahlar, bizzat devlet işleri ile meşgul olurlarken, Fatih'in iş sahipleri tarafından teşhis olunamaması yüzünden Gedik Ahmed Paşa'nın teklifi üzerine padişahlar için, toplantı mahallinin arkasında biraz yüksekçe, önü kafesli bir yer yapılmış ve padişahlar meclisin müzakerelerini oradan dinlemeye başlamışlardır.

Divan'a havale olunan davalar, kadıaskerler veya İstanbul kadısından hangisinin kaza dairesini ilgilendiriyorsa, hükm-i şer'isini vermek üzere ona havale olunurdu. Malî işler hakkında defterdarın mütalâası alınır, arazi beratları ile hükümdarlara yazılan nâme-i hümâyûnlar (mektuplar) nişancı tarafından yazılırdı. Devlet memurları da divanda muhakeme edilirlerdi (Uzunçarşılı, a.g.e., I, 501-502).

Divan-ı Hümayun, XVIII. asır ortalarına kadar bu sûretle devam etmiştir. Köprülü Mehmed Paşa'nın sadrazamlığı sırasında iş tavsayarak divan toplantıları terk edilmeye başlanmıştır.

Divân-ı Hümâyundan çıkan kararlara "hüküm" adı verilirdi. Hükümler, ahkâm defterlerine sıra ile yazılırlardı. Osmanlılarda Sultan II. Mahmud döneminde ve 1826 yılında Yeniçeri ocağının kaldırılması üzerine "Divân-ı Hümâyun" tabiri de kaldırılarak yerine "Meclis-i Vükelâ" veya "Meclis-i Has" denmeye başlamıştır. (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, 464-465).

b. Divân-ı Asefi: Sadrazam başkanlığında toplandığı için bu adı alan divan, XVII. asırdan sonra önem kazandı. Sadrazam konağında ikindi namazından sonra toplandığı için "İkindi Divanı" diye de adlandırıldı. XVIII. asırda pazartesi ve perşembe günleri dışında hemen her gün toplanırdı.

c. Ayak Divânı: Çok önemli, acil veya fevkalâde haller dolayısıyla, ya da padişahın huzuru ile kurulan divan hakkında kullanılan bir tabirdir. Meclis demek olan divanda padişahtan başka kimsenin oturmayıp ayakta durarak işin derhal bir karara bağlanması bu adın verilmesine sebep olmuştur. Saraydaki ayak divanlarında padişahın oturmasına mahsus taht, Topkapı Sarayı'nın Bâbu's-Saâde adı verilen kapısının ön kısmında mermer sütunlara dayalı olarak revak ve ayvanın altında kurulurdu. Padişahların yapmaya mecbur oldukları ayak divanı, mühim saydıkları bir iş veya şüphe ettikleri bir yolsuzluk sebebi ile ya da askerin isyanı veya halkın şikâyeti üzerine akdolunurdu. Bundan başka, padişahların gittikleri bir yerde herhangi bir meselenin araştırılması için ayak divanı yaptıkları da görülür. Kanunî Sultan Süleyman'ın, bir Rum mimarı ile başgösteren su ihtiyacını görüşmek için yaptığı ayak divanı ve IV. Sultan Murad'ın Kapıkulu askerlerinin isyanı üzerine yapılan divanlar, burada örnek olarak zikredilebilir. Sadrazamlar da ayak divanı akd ederlerdi. Fakat bu genellikle savaş zamanında ordugahta olurdu. Ordu erkânı ile Ocak zabitlerinin iştirak ettikleri divanda, ayak üzerinde müzakereler yapılır ve süratle karara bağlanırdı.

d. Galabe Divanı: Elçi kabulü dolayısıyla yapılan divanlara "Galebe Divanı" adı verilir. Galebe divanı, özellikle yabancı elçilere karşı bir gösteri mahiyeti taşıdığından, ötekilerden farklı ve biraz daha debdebeli olurdu.

Görüldüğü gibi, İslâm devlet teşkilâtları içinde, Hz. Ömer'den başlamak sûretiyle önemli ve faal bir rol oynayan divanlar, zamana, ihtiyaca ve devletlere göre şekil değiştirmiş bulunmaktadırlar. Prensip olarak daima ileriye yönelik ve gelişmelere açık bulunan İslâm medeniyeti içinde, böyle bir durum normal karşılanmalıdır. Zira İslâm, iyi olan bir şeyi almaktan asla çekinmez.

Ziya Kazıcı
 
Üst