Hayat Tutkusu

  • Konuyu başlatan AhDe_VeFaLi
  • Başlangıç tarihi
A

AhDe_VeFaLi

Ziyaretçi

Hayat Tutkusu
Sızıntı
Hayata perestiş, ruhun sefilleşmesi ve insanın, insanî melekelerini kaybederek içten-içe çürümesidir. Yaşama zevki insanı yüceltecek duygular üzerine oturmuş bir dev, azim ve iradenin başına indirilmiş bir balyozdur. Hayat tutkusu, ferdi bohemleştiren bir maraz ve toplumun boynuna takılmış bir kementtir. Fert bu manzaradan kurtulacağı, toplumda bu kemendi boynundan atacağı ana kadar millet mefluç ve bahtsız vatan da bir "darülaceze" den ibarettir.

Yaşama zevki, daha doğrusu yaşamak için yaşama, hangi millete çengel atmışsa, onu başdan çıkarmış, azdırmış sonra da yerle-bir etmiştir. Bu "devvâr u gaddar"ın (1) eline düşüp de sağ kalan, iklimine uğrayıp da erimeyen yok gibidir.

Evet, bugün, varlıklarını sadece tarihin sayfalarında görebileceğimiz eski kavim ve milletler, hep bu içtimaî hemoroitle kan kaybede-ede, vücutlarına cemre düşmüş gibi eriyip gitmişler ve geriye esefli, yıkık birer rüya bırakmışlardır.

İşte ibret sayfalarıyla Pompei! İşte eski Mısır! İşte Roma! İşte Endülüs! Ve işte koca Osmanlı İmparatorluğu.. Evet, hep aynı kader çizgisinde ve birbirine yakın felâketlerle, hem de geriye dönmemek üzere silinip giden bu medeniyet ve bu milletler, zevkin, satanın; rahat ve rehavetin öldürücü cazibesiyle evvelâ mahmurlaşıp kendilerinden geçtiler. Sonra da birer enkaz yığını haline geldiler.

Ah! Keşke, geçmişi bütün dehşetiyle yâda getirip bu enkaz yığınını görebilse ve bu üst-üste yıkılıştaki çığlıkları duyabilseydik.. Heyhat! O iz'an kimde var? O irfan nerede?.. Zaten, şimdiye kadar da anlayan olmadı ya.!

Tarihî tekerrürler birbirini takip edip durdu. Sefahat ve ruh sefaletleri hep yeni yeni felaketler doğurdu. Ve medeniyetler kurmuş koskoca milletler, hiç mi ama hiç mukavemet göstermeden sessizce yıkılıp gittiler. Aslında gitmemeleri de düşünülemezdi. Zira ruhlarına duyurulan gerçeklen çoktan unutmuş; çoktan binbir değişikliğe uğramış ve özlerinden uzaklaşmış bulunuyorlardı. Sonra da bir istidrac (2) olarak yığın yığın nimetlere mazhar oldular. Artık hayallerinde hep yaşama sevdası; gönüllerinde rengârenk zevk ve hayattan istifade etme humması hüküm-ferma olmuştu. Bu sarhoşluk ve bu hissizlikle "ilelebet" yaşayamazlardı ve öyle de oldu. Gök, parça parça oldu üzerlerine döküldü. Yer, bütün gayz ve nefretiyle onların üstüne yürüdü.

İğrenç hamamları, lüks saraylarıyla müstehcenin kucağında can veren Pompei ne açık bir dil, ne ibretamiz (3) bir tablodur! Keşke, Endülüs'e, yeni bir ruh, yeni bir mana götürenler bu dili anlayıp, bu tablodan ders alabilselerdi!. Ya şu son Osmanlı? Mısır'ın, Roma'nın, Endülüs'ün takallüs (4) etmiş çehresinde, kendi kaderini okuma imkânına sahib olan Osmanlı; evet, bari o, sarayların duvar ve tavanlarına altın sıvamadan; kuğu-tüyü döşeklerde gecelemeden; atlas elbiseler ve pırıl pırıl formalarıyla çalım satmadan vaz geçerek, kendini yenileyip, eski ataları gibi ordularının başında serhat boylarına dönebilseydi.! Heyhat, dönemedi. Ve hükümdarın asker-i hümayundan ayrılıp saraylara kapandığı aynı anda, hareketsiz kalan devlet erkânı da içten içe birbirini kemirmeye başladı. Rahatın ve rehavetin kucağında balmumuna dönen devlet ricalinin bu acıklı ve esefli hâli, askere sirayet edip onu da çürüttü. Artık, bir zamanlar, gülbanklara sığmayan kutsiler ocağı o dasitanî müessese, bir kısım sefîl istek ve arzulara dübeşte, gerildikçe geriliyor ve her defasında, kendi devletinin, kendi sarayının ve kendi hükümdarının başına boşalıyordu.

Bu, asırlarca Asya ve Afrika'ya hükmeden, batı yakasını tutup yolları kendine bağlayan yüce ve muhteşem bir devletin çürümesi ve kokuşmasıydı ki, gayrı bundan öte, o da, "azametli, bahtsız; şanlı, talihsiz" devletlerarasına girecekti.

Ah, o ne feci bozgun, o ne ümitsizce sönüştü!
"Hayalîmden geçerken şimdi fikrim her cü merc oldu;
Salâhaddîni Eyyubîlerin, Fatihlerin yurdu." M.A.

Karanlık ve upuzun yılların sahnelendirdiği, yığın yığın felâketler içinde didinip duran ve düşe kalka yürüyen günümüzün bahtsız nesilleri, ancak geçmişten alacakları ibret dersleriyle geleceği kurabileceklerdir. Yoksa onlar için de aynı akıbet kaçınılmaz ve mukadderdir. Ah, keşke ders alabilseydik..! Ne acıdır ki, daha hayatımızın baharında iken, bizden evvelkileri batıran aynı levsiyâta (5) biz de gidip gömüldük ve henüz dirilmenin yolunda iken, ölüme davetiyeler çıkarmaya başladık. Yani, rahata, rehavete dalarak, bu toprak ve bu ülkenin insanlarını bütün bütün unuttuk. Ötelere ait yumuşak yaşayışı çekip buraya getirdik ve bedenî nazlarından başka birşey düşünmeyen nefsinin esiri yığınlar haline geldik. Bin şavk yürümeye koyulduğumuz bu kutsiler yolundan geriye dönerek, en büyük iş ve vazifeleri dünyanın aldatıcı süs ve ziynetine feda ettik. Evet, bir kelepir uğruna okçular tepesini (6) terk ettik...

"Eyvah! aldandık. Şu dünya hayatını sabit zannettik. O zan sebebiyle de bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, (7) bir uykudur; bir rüya gibi geçti. $u temelsiz ömür de çay gibi akar gider. "Ve bizler, binlerce paradoksla üst-üste yara alırken, özümüze ait herşeyi yitirirken, hâla Belh hükümdarı gibi, müdebdeb saraylarda, muhteşem koltuk ve yumuşak döşekler üzerinde sevgiliye vuslat türküleri söyleyeceksek, birgün bize de: Çatıda deve aranmaz! diyenler çıkacaktır. (8)

Bu mütalâamızı herkesin ganimete koştuğu, herşeyin rahat ve rehâvete feda edildiği bir devirde, maddî-manevî hazlarını ve füyûzât hislerini unutmaya âmâde bulunan mukaddes neslin dikkat nazarına arz ediyoruz.
 
Üst