İmam-ı Muhammed Bin İdris Şafii

out of whack

© ◄ Ayarsız..! ►
Forum Administrator
İmam-ı Muhammed Bin İdris Şafii

Muhammed bin İdris Gazze’de doğar. Henüz beşikte iken babasını kaybeder. Annesi çok zahide bir kadındır oğlunu alıp memleketine (Mekke’ye) döner. Küçük yavru çabucak okuma yazma öğrenir ve 7 yaşına gelmeden Kuran-ı kerimi ezberler. Kenarından köşesinden ilim meclislerine katılır ve ûlemadan hisseler derler. Kağıt alacak kadar parası olmadığı için öğrendiklerini kemik parçaları üzerine yazar ve itina ile saklar. Birara lisan ve edebiyata merak salar. O yaşta çölün derinliklerinde yaşayan Huzeyl kabilesine katılır. Kelime dağarcığı zenginleşir, lisanı fasihleşir. Beyitler, menkıbeler, destanlar öğrenir. İmam-ı Mâlik Hazretlerinin Muvattası’nı ele geçirdiğinde henüz on yaşındadır ve kitabın sahibi ona sadece 9 gün mühlet verir. Bu kitabı öyle sever ki süre dolduğunda satır satır ezberlemiştir. Tabiinin büyüklerinden Süfyan bin Uyeyne bu çocuktaki ilim aşkına hayran olur. Ona hususi dersler verir ki bir zaman sonra çetrefilli meseleleri bile çözebilir.
Ama genç talip Muvatta’dan aldığı lezzete doyamaz. Sırf İmam-ı Malik Hazretleri ile tanışmak için Medine’ye gider. Büyük veli bu cevahiri gelişinden keşfeder. Ona tam dokuz yılını ayırır ve nakış nakış işler.
Bir ara Medine’ye gelen Yemen Valisi, Muhammed bin İdris’i memleketine götürür. Genç âlim burada kadılık yapar, hem çok insan tanır, hem çok şey öğrenir. Ancak ilme olan hevesi dayanılmaz olunca validen izin ister. Vali ona anlayış gösterir ve hizmetine mukabil hatırı sayılır bir ücret verir. Mübarek bu paraları fukaraya dağıtır ve son dinarları da elden çıkarınca rahatlar. Sonra alır anasını yola çıkar. Bağdat’ta İmam-ı âzam’ın talebelerinden İmam-ı Muhammed’i bulur ve önünde diz çöker. İmam-ı Muhammed bu temiz genci çok sever. Hatta garip anası ile evlenip babalık yapar. İmam-ı Şafii bu günleri hep özlemle anar ve “İmam-ı Muhammed’den öğrendiklerimle bir deve yükü kitap yazdım eğer onu tanımasaydım ilim şehrinin kapısında kalmıştım” diye anlatır.
İmam-ı Şafii hazretleri zahiri ilimlerde zirveleştikten sonra ledün ilmine merak salar. Selim bin Raî gibi bir gönül ehlinin terbiyesinden geçer hallere ve sırlara kavuşur.
Öyle bir güneş ki...
Mübarek Bağdat’ta kaldığı müddetçe taliplere ders verir ve İmam-ı Nesaî, Ebül Hasan-ı Eş’arî, İmam-ı Mâverdî, İbn-i Hacer-i Mekkî, İmam-ı Suyutî gibi pırlantaları yetiştirir. O günlerde İmam-ı Ahmed bin Hanbel, 300 bin hadisi şerifi zihninde tutan nadir âlimlerden biridir. Üç kıtaya yayılmış muhteşem bir şöhreti olmasına rağmen onun önünde diz çöker. Halbuki o yıllarda Ahmet bin Hanbel’in torunu yaşındadır sebebini soranlara “o bizim ezberlediklerimizin mânâsını biliyor” der, “Hocam öyle bir güneştir ki, biiznillah ruhlara şifa verir.” İmam-ı Şafii Hazretleri bir gün ders verirken aniden ayağa kalkar, düğmelerini ilikler. Talebeleri büyük bir zatın geldiğini sanırlar. Meğer dışarıda seyyidlerden bir çocuk oynamaktadır. Kapının önünden her geçişinde imam toparlanır. İşte Muhammed Bin İdris bu edebi yüzünden ehl-i beytten de çok istifade eder.
Garip bir dava
Muhammed bin İdris henüz dört yaşındadır. Tevafuk bu ya, o gün kadı efendinin sokaklarından geçeceği tutar. Tam o sıra iki öfkeli adam bir garibi sürükler, kadı efendinin önüne yıkarlar. Muhammed akranlarıyla birlikte hadise mahalline koşar. Davacılardan biri âlel âcele anlatmaya başlar: “Efendim biz üç arkadaştık. Birlikte bir iş yaptık ve iyice bir para kazandık. Yalanı yok ya birbirimize itimadımız yoktu. Paramızı hepimizin güveneceği birine ‘yani buna’ emanet ettik ve altını çize çize ‘üçümüz birlikte gelmedikçe vermeyeceksin’ diye tembihledik. Ama o bize hıyanet etti.”
Kadı yaka paça sürüklenen adama bakar:
-Doğru mu söylüyor bunlar?
-Doğru efendim ama eksik.
-Nasıl yani?
-Evet bunlar dün akşam bana bir kese para bıraktılar ve “birlikte gelmedikçe hiçbirimize verme” dediler. Ancak henüz 50 adım bile gitmeden içlerinden biri geri geldi ve altınları istedi. Uzaktan “Bakın veriyorum” diye bağırdım, bu ikisi de kafa sallayıp “Tamam” dediler. Söyleyin başka ne yapabilirdim ki?
Kadı bu kez diğerlerine döner:
-Peki buna ne diyeceksiniz?
-Onu da açıklayalım. Keseyi emanet edip giderken şimdi burada olmayan arkadaşımız aniden durdu. “Bütün paramızı emanetçiye bıraktık ama bu akşam ne yiyeceğiz?” dedi. Biz de “harcanacak kadar bir şeyler almasına” izin verdik. Hepsini alıp kaybolacağını nereden bilebilirdik?
-Hımmm şimdi iş vuzuha erdi. Arkadaşınız paraları alıp kaçtı desenize.
-Evet ama biz emanet verdiğimiz adamı tanırız. Ona üstüne basa basa “üçümüz birlikte gelmedikçe verme” dedik mi, dedik. O da bunu kabul etti mi, etti. Gözünü açaydı, aldanmasaydı. Madem bir saflık yaptı, ceremesini çeksin, bedeli kesesinden ödesin.
Ödesin demek kolaydır ama delikanlı sözkonusu parayı verecek güçte değildir. Zaten üzgün ve bitkindir. Ağlamamak için dudaklarını ısırır ve büyük bir teslimiyetle boynunu büker. Zor duyulan titrek bir sesle “Hatalıyım efendim” der, “cezama razıyım”. Hava bir anda emanetçinin aleyhine döner. Merhametli kadı gözlerini kısar, sakalını sıvazlar. Bir çıkış yolu arar... Arar ama nereye kadar?
İşte tam o sıra küçük dinleyici bedbin gencin elinden tutar. “Ağlama be amca” der, “kendini niye üzüyorsun ki?
-Nasıl üzülmem be gülüm, başıma gelenleri duydun işte.
-Sen gel beni dinle ve de ki: “Kese bende”.
-Haydi istediğin gibi olsun . Diyelim ki kese bende.
-Emaneti almaları için bunların üç kişi olmaları gerekmiyor mu?
-Gerekiyor.
-Öyleyse söyle onlara “getirsinler arkadaşlarını, alsınlar paralarını!”
Ne berrak bir muhakeme ve ne müthiş zekâ değil mi? Eh, yıllar sonra İmam-ı Şafii diye anılacak bir çocuk başka nasıl olabilir ki?
 
Üst