şirket

ömr-ü diyar

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
Yönetici
İki maldan birisini diğeriyle ayrılmayacak şekilde karıştırmak, iki ve daha çok kimsenin ortak iş veya ticaret yaparak elde edecekleri kârı paylaşmaları ve ortaya çıkacak zararı da göze almaları şartıyla kurdukları ortaklık. İslâm'da, toplumun ihtiyacı olan ortaklık şekillerine gerekli yer ve değer verilmiştir.

İslâm'da şirketler mal, iş ve kredi şirketi olmak üzere genel olarak üç kısma ayrılır:

1- Ortaklar birer miktar sermaye koyup, bununla yapacakları ticaretten meydana gelecek kârı paylaşmak üzere şirket akdi yaparlarsa, bu "mal şirketi" olur.

2- Ortaklar, mal yerine iş, sanat ve çalışmalarını ortaya koyarak "iş ortaklığı" kurabilirler.

3- Sermayesiz, yalnız kredileriyle, yani ödünç para kullanarak ya da veresiye mal alıp-satmak suretiyle kâr etmek ve bunu paylaşmak üzere "kredi ve itibar şirketi" kurabilirler. Bütün bu şirket çeşitleri mufavaza, inan ve ya mudarebe tarzlarında olabilir.

a- Mufâvaza şirketi (Eşitlik esasına dayanan ortaklık):

Bu ortaklıkta hem sermaye miktarlarının, hem de kâr ve zarar paylarının eşit olması gerekir. Ortaklar birbirinin hem vekili ve hem de kefilidir. Ortakların şirket sermayesi olabilecek özel mülkleri bulunmaz. Özellikle, tamamen şirket hesabına çalışan, bunun dışında hiçbir özel mülkü olmayan, tüm harcamalarını şirketten yapan aile şirketleri, kardeşler veya baba ile çocukları arasındaki bazı ortaklıklar bu gruba girebilir. Bir bakıma, ortakların sorumluluğuna tüm mal varlıkları girdiği için dışa karşı güçlü bir ortaklık söz konusudur.

İbn Mâce'nin naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Üç ticaret muamelesinde bereket vardır. Bunlar, va'deli satış, mufavaza ortaklığı ve satmak için değil de yemek için buğdayı arpa ile karıştırmaktır" (İbn Mâce, Ticâret, 63).

Ortaklar arasında sermaye eşitliği bozulursa, bu ortaklık "inan şirketi" ne dönüşür. Mufâvaza ortaklığını Hanefi ve Mâlikler câiz görürken, Şâfiî mezhebi meşru görmemiştir. Bunlara göre mufâvazada eşitlik, istenilen anlamda gerçekleşmez.

b- İnan şirketi:

İki kişinin ticaret yapmak ve kârı aralarında paylaşmak üzere ortak olmasıdır. Bunda sermayelerin eşit olması gerekmediği gibi, kârın da sermaye oranlarına göre paylaşılması şart değildir. Ancak zarara sermaye oranlarına göre katlanma konusunda görüş birliği vardır.

İnan Şirketinin Hükümleri:

aa- Çalışma şartı: Bir ortağın veya bütün ortakların çalışması şart koşulabilir. Mesel sermayenin üçte ikisini bir ortak, üçte birini diğeri verse, sermayesi az olan ortağın ayrıca şirket işlerinde çalışması şart koşulsa, bu mümkündür .

bb- Zarara katlanma: Ortaklar zararı sermaye miktarlarına göre tazmin ederler. Bu konuda görüş birliği vardır. Hatta, bir ortak hiç zarara katlanmamak üzere şirket akdi yapsa, geçerli olmaz.

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Kâr, ortakların serbestçe belirlediği şartlara göre paylaşılır. Zararın tazmini ise sermaye oranlarına göre olur" (ez-Zeylanî, Nasbu'r-Râye, III, 475).

Eğer ortaklardan az kâr alacak olana, çalışma şartı konulursa, şirket câiz olmaz. Çünkü bu durumda diğer ortağa, ne çalışma ve ne de tazminat sorumluluğu olmaksızın fazla kâr şart koşulmuş olur. Çalışmadan maksat, ortağın bizzat çalışması olmayıp mücerred bu şartın şirket sözleşmesine konulması yeterlidir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, VI, 62 vd.; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadr, V, 21).

Ancak İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre, inan şirketinin geçerli olması için kâr ve zararın anaparadaki paylara göre kararlaştırılmış olması gerekir. Çünkü kâr anaparanın geliri, zarar ise yine anaparanın eksilmesidir. Bu yüzden, prensip olarak kâr ve zarar ortaklıklarının, anapara oranlarına göre kurulması gerekir. Yani kâr, zarara benzer ve her ikisi de mala tabidirler.

İnan şirketi temelde bugünkü anonim şirketlerinin benzeridir. Ancak inan şirketinde ortakların haklarını koruyucu nitelikteki bazı ana prensipler dikkati çekmektedir. Şöyle ki, üç kişi yirmişer milyon lira sermaye koyarak, inan şirketi esaslarına göre çalışacak bir süper market kursalar, başlangıçta; konulan sermaye miktarlarını ve şirketin mal varlığı üzerindeki üçte bir haklarını belirleyen birer belge düzenlense, bu belgeyi ortaklar tasdik edince "hisse senedi" meydana gelmiş olur. Verimli bir ticaret yapılarak, hiç kâr dağıtılmadan beş yıl geçse, beşinci yılın sonunda, şirketin mal varlığı, on katına yani 600 milyona çıkmış bulunsa, her ortağın hissesi on katma çıkmış, yani 20 milyondan 200 milyon liraya yükselmiş bulunur. Artık elde bulunan hisse senetlerini iptal ederek, üzerinde beşinci yıl sonu itibarıyla yeni hakları kapsayan 200'er milyon liralık hisse senedi düzenlemek gerekecektir. Bu noktada bir ortak ayrılmak isterse, ya mal üç eşit parçaya bölünür, aynı taksimle hissesi verilir, ya da diğer ortaklar hissesini ödeyerek onu ayırabilirler. Bugün anonim şirketlerde ise bazen çeyrek asır geçtiği halde, hiç kâr dağıtılmamış, mal varlığı sürekli büyüdüğü halde hisse senetleri ilk çıkarıldığı şekilde kalmıştır.

c- Mudârebe Şirketi:

Bir veya daha fazla ortak sermayeyi, diğer ortak da yalnız çalışmasını ortaya koyarak şirket kurabilirler. Buna mudârebe denir.

Elinde büyük meblağlara ulaşan nakit parası olan pek çok kimse bunu işletmek, ticari bir işte kullanmak ister. Fakat bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için, bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda ilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın birçok kimse de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte birbirine muhtaç olan bu iki unsuru mudârebe şirketi bir araya getirir ve iki taraf da bundan kârlı çıkar. Toplumda muattal kalmış sermayeler ve iş imkânı bulamayan kabiliyetler değerlenmiş olur. İslâm'da diğer şirket çeşitlerinde olduğu gibi, mudârebe de güvene dayanır. İşi yürütmeyi üzerine alan ortak, güvene lâyık olmaya çalışır. Böylece giderek dürüst iş adamları meydana gelir.

Müdârebede sermaye sahibi, işi yürütecek olanın uyması gereken birtakım şartlar koyabilir.

İbn Abbas (r.a)'dan şöyle dediği nakledilmiştir. "Efendimiz, Abbas b. Abdülmuttalib, bir malı mudârebe olarak verdiği zaman, ortağına bu sermaye ile deniz yolculuğuna çıkmamasını, bir vadide konaklamamasını, canlı hayvan ticareti yapmamasını şart koşardı. Eğer bunları yaparsa anaparayı tazmin yükümlülüğü olacaktı. Onun mudârebe sözleşmesine koyduğu bu şartları Hz. Peygambere ulaşmış ve buna icazet vermiştir" (el-Heysem, Mecmau'z-Zevâid, IV, 161).

Bu duruma göre müdârebe ikiye ayrılır.

a- Mutlak mudârebe: Sermaye sahibinin herhangi bir kayıt koymaksızın, işletmeciyi ticaret işinde serbest bırakmasıdır. Yalnız, kârın paylaşılma şeklini ve zamanını belirler.

b- Mukayyed mudârebe: Sermaye sahibi anaparayı işi yürütene verirken bazı şartlar öne sürer. Bu şartlar şunlar olabilir:

aa- Ticaretin yapılacağı yer, şehir veya belde belirlenebilir.

bb- Hangi çeşit maddelerin alınıp satılacağı tespit edilebilir.

cc- Akid süresi için bir tarih konulabilir.

dd- Belirli kimseden mal alması, yine belirli kimselere satış yapması istenebilir.

İlk iki maddede görüş birliği vardır. Ancak Şâfiî ve Mâlikîler, mudârebede akid süresinin tesbiti ile mal alınıp satılacak kimsenin belirlenmesini kabul etmezler. Çünkü sermaye sahibi bu şartlarla yalnız kendi yararını gözetmiş olabilir. Bu hususlar, hakkın kötüye kullanılmasına elverişlidir.

Mudârebede kârın paylaşılması anlaşmaya göre olur. İşi yürütenin kastı olmaksızın meydana gelecek zarar, önce kârdan bu yetmezse anaparadan karşılanır. İşi yürüten ortağın kastı olmadıkça, zarardan şahsi sorumluluğu yoktur. Ancak o, çalışması karşılığında kârın bir bölümüne hak kazanacağı için zarar halinde, meccânen çalışmış olur.

İslâm'da kısa veya uzun vadeli krediye ihtiyacı olan iş adamı, kârdan fedakârlık ederek, mudârebe yoluyla kredi sağlayabilir. Bu kredinin hesabı ayrı tutulur ve süre de belirlenmiş olursa, alınan kredi ve elde edilen kârın anlaşmadaki bölümü, süre sonunda sermaye sahibine iade edilir. Bu şekilde, kâr ve zarar ortaklığı içinde kredi temini, devletten veya bu işi yürüten kredi kuruluşlarından da sağlanabilir .

Hz. Ömer'in oğullarının uygulaması bu konuda dikkati çeken bir örnektir. Uygulama şöyle olmuştur: Hz. Ömer'in iki oğlu Abdullah ve Ubeydullah Irak ordusuna katılmışlardı. Medine'ye dönüş için paraları kalmamıştı. Bu konuyu görüşmek için Irak bölgesinde görevli zekât memuru olan Ebû Mûsa el-Eş'arî'ye başvurdular. Ebû Mûsa, onlara Halife Ömer'e göndermek üzere topladığı zekat hazinesini gösterdi ve şöyle dedi:

-Bunları size kredi olarak vereyim. Buradan mal satın alarak Medine'de satarsınız. Anaparayı Mü'minlerin emirine verirsiniz, kâr da aranızda ortak olur. Ebû Mûsa krediyi teslim edip Ömer (r.a)'a yazdı. Abdullah ve Ubeydullah Irak'tan aldıkları malları Medine'de sattılar ve anaparayı Ömer'e getirdiler.

Halife şöyle dedi:

-Ebû Mûsa bütün orduya, sizin gibi kredi dağıttı mı?

"Hayır" cevabım alınca da:

-Öyleyse anaparayla birlikte elde ettiğiniz kârı da beytü'l-mâle iâde ediniz, dedi.

Ubeydullah şöyle dedi:

-Mal yolda helak olsaydı tazmin edecektik.

Bu arada bir sahabî söz alarak şöyle dedi:

-Ey Ömer, bu sermayeyi kredi olarak kabul ediniz, yani bunu "mudârebe şirketi" olarak değerlendiriniz.

Böylece, anaparanın tümü ve kârın yarısı beytü'l-mâle, kârın diğer yarısı da Hz. Ömer'in iki oğluna verilecekti. Ömer (r.a) buna razı oldu ve hüküm uygulandı (ez-Zeylaî, Nasbü'r-Râye, IV, 113).

Hamdi DÖNDÜREN
 
Üst